Devenin Ahı
Toros dağlarının tüm güzelliği yer yüzüne yansımıştı. İlkbaharın Akdeniz özellikleri insana canlılık veriyordu. Ormanlar büyümek için filizlerini gökyüzüne dikmişler,çiçeklerini açmıştı. Ormanda bir hareketlilik vardı. Güneyden esen ılık esinti, çiçek kokularını burunlardan beyinlere iletiyor, beyinde insana bir ferahlık veriyordu. Ağaç kesen işçiler bu manzara içinde yorulmak bilmeden sallıyordu baltalarını. Bir kısmı çam ağaçlarını motorlu testere ile devirirken çıkan ses dağlarda yankılanıyor, av hayvanlarını ürkütüyordu. O ağaçların yere devrilirken çıkardığı gacırtı sesi ağacın ağlamasını, yere hızla devrilince de yukarı sıçraması can verirken son debelenmesini andırıyordu. İşçilerin bir kısmı dalları odun yapıyor, bir kısmı da katırlara yükleyip araba yoluna taşıyorlardı. Kadınlı erkekli çalışan orman işçileri hummalı bir çalışma içine girmişti. Öldürülen ağaçların parçalarını bölüşüyorlardı sanki.Bu sektörde çocuk bile iyi iş yapıyordu.
Tahtacıların, orman işçiliği yaşam biçimleridir. Bu insanlar ekmeğini ormandan çıkarıyorlardı. Orman müdürlüğünden aldıkları orman kesim bölgelerini temizliyorlardı.
Gaziler Hanı yanındaki obaları onların kültürünü yansıtıyordu Ağaç motorları ile biçtikleri kalın tahtalar ile kurdukları manarları (evleri), katır ahırları ormana ayrı bir manzara veriyordu. Ev eşyalarının bir kısmı içerde, bir kısmı dışarıdaydı. Yan taraftaki ormanların üzerine yıkadıkları çamaşırları sermişlerdi. Manarın yanına yer kazılarak tandır ve yemek yapılacak ocaklık yapmışlardı. Katırlar manarın az ötesindeki ağacın altına bağlanmış, torbalarındaki saman ve yemi yiyorlar, gelen sinekleri kuyrukları ile kovuyorlardı. Ağırlığını arka sol ayağı üzerine vermiş, arka sağ ayağını hafif bükmüş,tırnağının ucu ile yere dayamıştı.Katırın keyfi böyle olur herhalde. Katırların semerleri üstündeydi. Çam ağacına astıkları kafes kekliği ötüşü ile ormana bir canlılık yayıyordu. Sularını yan taraftaki merdivenli kuyudan alıyorlardı.Kuyuya eğimli bir taş merdivenle iniliyor, su azaldıkça bir merdiven aşağıya inilerek su dolduruluyordu. Kuyunun üstü ise kemer şeklinde taş ile örülmüştü. Manarların önüne ağaç kütüklerinden oturak ve masalar yapmışlar, yemeklerini iyi havalarda orada yiyorlardı. Bu yaşam çileli; ancak doğaldı.
Obanın az ilerisinde karı, koca tahta biçiyorlardı. Bir yamacın eğimine yatay olarak latalardan üç beş tanesini üst üste koymuşlar. Alt tarafını biraz kazmışlar. Bir düzgün lata dikey olarak uzatmışlar. Latanın ucunun bir kısmı öne doğru çıkmış, arka kısmı iple çakılan kazıklara bağlanmış; üstüne büyük taşlardan konulmuştu. Latanın üst tarafı, bir kıl sicimin suda eritilen is karışımına batırılması sonucunda, latanın üzerine sicim 2cm aralıklarla iki taraftan tutularak gerdirildikten sonra ipin çekilip salınması sonucunda siyah çizgiler çizilmişti. Bunlar bıçkının gideceği yerleri gösteriyordu. Latanın alt tarafından kadın, üst tarafında ayakta durarak bıçkıyı çizgileri takip ederek çeken kocası vardı. Kullandıkları bıçkının şekli bir başkaydı. Bıçkının uçlarına 80 cm uzunluk 8 cm kalınlıktaki çıtaların ortasından geçirmişler. Üst çıtaların uçlarını alt çıtalara kıl sicimle bağlamışlar. İpin orta kısmından küçük bir kazır geçirmişler. Bu kazığı sağa sola döndürerek bıçkının gerginliğini sağlıyorlardı. Üstten erkek, alt taraftan kadın sırayla bıçkıyı çekerek ağacı biçiyorlardı. Bıçkı sıkışmasın diye ağacın uç kısmındaki yarığa ucu yontulmuş kazık çakmışlar. İlerledikçe bunu ileri doğru çakıyorlardı. Birde bıçkı iyi işlesin diye yanık yağ sürüyorlardı. Erkek kalın giyecekler giymiş, başında şapka vardı. Boynunu bir poçu ile sarmıştı. Ağacın üstünde iyi durmak için yalın ayaktı. Siyah şalvarı ile kırmızı uçkurluğu uzaktan dikkat çekiyordu. Bayan ise kırmızı elbisesinin üstüne doladığı rengarenk olan yazması ile başını sıkıca bağlamıştı. Alnından telliğe dizli altınları sırıtıyordu. Ayağında bir dora lastiği, çok renkli bir şalvarı giymişti. Böyle giyinmesi de gerekiyordu; çünkü kadının üstüne yapışan bıçkı tozu elbise renklerini kapatmaya başlamıştı. Yüzü, gözü ve kirpikleri toz içindeydi. Bıçkı durmadan hızlı hızlı inip çıkıyor,ağaç üzerinde durmadan ilerliyordu; ama zor işti.
Tahtacıların ağaçları kamyonlarla ya ağaç depolarına taşınıyor, yada diğer illerde götürülüp satılıyordu. İşte bu ağaçları alıp Konya’da satanlardan birisi Kara Bilal’dı. Kara Bilal, babasının Almanya’da çalışarak cavır parası ile aldığı fort kamyonu kullanıyordu. O tarihlerde “ Alırsın bir fort, olursun bir lort.” Sözü geçerliydi. Çünkü kamyonu olan parmakla gösteriliyordu. Onların toplumda bir de kıymeti vardı. Para onlardaydı. Sözleri geçerliydi.. Burnu havadaydı. Orta kütleş bir yapısı ile şişman sayılırdı. Kalın kolları ile elleri direksiyon sallarken iyice gelişmişti. Boynu kısa ve kalın yüzü etli, kaşları gürdü. Saçlarını uzatmıştı. Genellikle düşük kemer giyer ayakkabının ökçesine basardı. Zamane delikanlısıydı. Bundan dolayı Kara Bilal çok forsluydu.Ne de olsa baba parası yiyordu. Şimdi içkiye de başlamıştı. Ee..! bu memlekette parası olan içerdi. O en azından öyle düşünüyordu. Kamyon sürmeden büyük zevk alıyordu. Kamyonun direksiyonuna geçti mi kendinden geçiyordu. Yolda bir gariban el kaldırdı mı durmayı kendisine yedirmezdi.” Kim duracak alanın köylüsüne? İşi ne yürüsün. Kamyonu benimle mi aldı? “ der, bir de ağız dolusu küfür sallardı. Yanındakilerle gülerlerdi. En büyük keyifleri de fakir fukara ile bu şekilde dalga geçmekti. Tahtacılardan bir kamyon odun alıyor, götürüp Konya’da satıyor, bir sürü para kazanıyordu. Sonraları bu para tatlı gelmeye başladı. İşi kaçakçılığa da döktü. Yarım kanyon odun alıyor, yarısını da dağdan kaçak yükletiyordu. Bu sefer daha çok kazanıyordu. Bunun için gel keyfim gel.
Bir gün kendisi gibi iki şoför arkadaşını da aldı. Yanlarına rakılarını, çerezlerini, kavun, karpuzlarını, ekmek ve peynirlerini alılıp ver elini Pınar Başı’na içmeye gittiler. Yol yeni yapılmıştı. Hele yokuşlarda patinaj yaptırmak ve ara gazı vererek arabayı bağırtmaktan çok zevk alıyordu. Suyun başına vardılar. Çardağa aldıklarını koydular. Kara Bilal:
-Şu rakıyı soğuk suya atın da soğusun! Diye bağırdı.
Arkadaşı rakı şişelerini, kavun ve karpuzu çeşmenin afırındaki suyun içine attı. Bir birleri ile kaba kaba konuştular durdular. Sonra Kara Bilal rakı şişelerini getirdi. Arkadaşları da karpuzu kestiler. Çerez ve peyniri serdikleri gazetenin üstüne koyarak sofrayı kurdular. Başladılar içmeye. Keyifleri, haytakaları çok iyiydi. Zaman ilerledikçe gülüşmeleri artıyordu. Yoldan gelip geçen Yörükler onlara bakıyor ve içlerinden küfür ederek uzaklaşıyorlardı. Onlar ise gidenlerin arkasından bir şeyler anlatıp gülüyor ve sövüyorlardı. Onlara göre keyif ve eğlence böyle olurdu.Kara Bilal:
-Arkadaş, geçenlerde gece Manavgat’tan geliyordum. Çürük’te bir adam el etti, durdum.Yaşlı koca bir kıllı Yörük. Elinde ekmeği var. Zor yürüyor.Şoför malinde yer olmasına rağmen arabanın üstüne çıkmasını söyledim.Adam arabaya çıkamadı.Aynadan seyrediyorum. Kasaya öyle tırmanıyor ki bir göreceksin? Çok zevkliydi. Birkaç kere biraz çıktı. Sonra geriye düştü. Mavin yardım edecekti, ettirmedim. Sonra bırakıp geldim. Pezevenk arabaya çıkamayacaksın, niye durduruyorsun? Arkadan bağırır kaldı.
Bu olaya gülüştüler.
Birisi:
-Eyi etmişsin. Arabaya çıkamayan adamı neye alacaksın. Yürüsün ayı adam.
Bastı küfürü. Katıla katıla gülüştüler.
-Haa.. şimdi hatırıma geldi. Geçen Pazar günü Konya’dan geliyorum. O da geceydi. Kuz pınar’ da bir karı koca Yörük el ettiler. Yaylaya gidiyorlarmış. Şoför mahalline Yörükleri almıyorum. Herifler yün kokuyor, koyun kokuyor, bir de deke kokuyorlar.Adamın burnu yiriliyor. Binin arabanın üstüne dedim. Erkek önden çıkılacak merdiveni bilmiyormuş. arkadan çıktı. Sonra karısının elinden yukarıya çeke çeke çıkardı. Herifte kuvvet varmış.Yemiş yaylayı, yemiş çökeleği,peyniri… Taşafır’a geldik. İnin bir su için dedim.Arabadan zorla indiler. Onlar su içerken bıraktım, kaçtım. Arkamdan bağırır kaldılar. Bazılarına da çok para istiyorum mahsus. Vermeyince bırakıp geliyorum. Gülüşmeler ,sövmeler… Az para istesen fakir zannedecekler. Niye kendimi düşük göstereyim. Yahu bu Yörüklerle dalga geçmek çok zevkli oluyor.
-Zevkli olmaz mı? Hem de çok… Zaten bunlar da olmasa yolculuk sıkıcı geçiyor.
Gülüşmeler ve küfürler…
-Arkadaş bu Yörükler de bazen ne kızlar oluyor be! Yavrular bembeyaz, süt gibi. Kırmızı yanaklı yanaklı! At gibi kızlar. Çok güzeller. Onları alıyorum arabanın şoför mahalline . Haberi olmadan bakarak gidiyorum. Onlar adamdan da çekinmiyorlar. Güzel ile araba sürme bir başka oluyor canım. Ara sıra arabaya acı bir firen yaptın mıydı? O kızın sallanması adamı bayıltıyor. Bir elime geçecek ki arabayı veririm kıza. Gülüşmeler, küfürler…
İkindi vakti olunca yerlerinden kalktılar. Arabaya bindiler ve yola girdiler. Sarhoşun araba sürmesini herhalde anlarsınız. Yolda el eden Yörüklere durmadılar. Akıncı’dan hızlı geçtiler.Az aşağıdaki koyakta önlerine bir deve çıktı. Bildiğiniz gibi deve. Arabanın önünden durmadan koşar. Yoldan sapmaz. Onlar bunu bildiği için korna çaldılar. Bunu duyan deve yol boyunca koşmaya başladı. Korna çaldıkça deve hızlandı. Onlarda arkadan hızlandılar. Arabaya gaz vererek gürültüsünü arttırdılar. Buna paralel olarak deve de hızını daha da artırdı. Deve önde koşar, arabayla bunlar arkadan korna çalarak sıkıştırıyorlardı. Kara Bilal:
-İyi ki önümüze bu deve çıktı. Bana deveyi kovalamak çok büyük bir zevk veriyor.
-Bak sana şunun koşusuna? Akılsız yoldan sapmayı da düşünemiyor.
-Boynunu ne kadar uzatıyor? Aklı olsa önümüze geçmezdi.
-Dombuldayışı bir başka
Gülüşüyorlar.
-Şimdi hızı arttıralım bakalım kaç km. hızla koşuyor?
-Bizi bir yerden atacaksın. Biraz yavaşla.
-Şuna bak? Şimdi 40 km. hızla gidiyoruz. Düz olsa 80 km. ile koşabilecek demek ki.
-Şimdi deve bir yerden uçacak.
-Uçarsa uçar. Para mı saydık? Deve değil mi şu (!) Şimdi deve için de mi firen yapalım yani. Deveye sormuşlar. Neden boynun eğri ? diye. Deve ne demişti?
-Nerem doğru ki ? demiş.
Kahkaha ile gülüşmeler.
-Dünyada doğruları bile sevmiyorum. Husuyuku eğriler…Bunları ne acıyacaksın?
Üçü birden bağırdı.
-Kaplan atasıca! Çiuuu! Bize sayı ile mi, teslim ettiler? Kahkaha ile gülüştüler.
Deve gittikçe yoruldu. Yoruldukça can havliyle koştu. Devenin gözlerinden yaşlar geldi. Yani ağladı. Ara sırada bozuladı.Yolda görenler hayretler içinde kalıyordu. Arabayı durdurup deveyi yoldan sapıtacaklarına habire kovalıyorlardı. Devenin kaçışına o kadar gülüyorlar, keyif oluyorlardı. Bu kafaya ancak bu giderdi.Nereye kadar? Gündoğmuş mezarlığı dönmesine kadar. Deve oraya geldiğinde gözü karardı. Dizlerinde can kalmadı. Virajı alamayarak uçuruma yuvarlandı. Çaldır çuldur taşlardan yuvarlanarak 50 m. Yükseklikten aşağıya uçtu. Kırılmadık yanı, parçalanmadık eti kalmadı. Ruhunu teslim etti. Bizim sarhoşlar önce gülüştüler. Sonra Kara Bilal:
-Deve nereye gitti? Şehre kadar kovalasaydık.
-Ulan sür! Mezarlıktaki virajdan aşağıya uçtu görmedin mi?
-Göremedim. Uçması ne hoş olmuştur.
-Şimdi yavaş yavaş sür de gidelim. Arabayı evin önüne koyalım. Bunu söyleme.
Öteki arkadaşları:
-Duyarlarsa ayıp olur. Sahibi varsa ceremesini bizden alır.
-Gören oldu mu?
-Olmaz mı? Az beride adamlar vardı. Herhalde gördüler. Bir de uçarken büyük bir çaldırtı oldu. Keşke durup deveyi yoldan sapıtsaydık.
-Boş ver iyi oldu. Sapıtsak deveyi böyle zevk mi alacaktık?
Gündoğmuş’a da gelmişlerdi. Arabayı evlerinin önüne çektiler.Biraz dinlendikten sonra akşam kahveye vardılar. Okey oynamaya başladılar. Karşıdaki masada oturan iki kişi konuşuyorlardı. Kulak kabarttılar.
-Bu gün bir kamyoncu önüne bir deve katmış. Kovalaya kovalaya deveyi mezarlık dönmesinden yara uçurmuş.
-Ölmüş mü?
-Ölmez mi? Allah demeden canı çıkmış.
-Kimmiş bu canavar adam ? görmemişler mi?
-Görenler olmuş emme kim olduğunu söylemiyorlar.
-Deve kiminmiş?
-Deve sahipleri gelmiş, deveyi sormuşlar. Kimse söylememiş. Dönüp gitmişler.
-Böyle canilik olur mu? Yazık değil mi elin devesine? Bu gün o deve kaç para eder? Hem de o da can götürür.Bu çok günah. Bunu yapan adam nasıl yatacak ki?
-Ne olur?
-Geceleri rüyasına girer. O adamı rahatsız eder. Deve bildiğin gibi Peygamberimize en yakın bir hayvan. Olur mu insafsız adam.
Bu sözleri duyan Kara Bilal, olayı kafasında canlandırmaya başladı. O devenin kaçarken kurtulma çırpınışları gözünde canlandı.Şimdi okey taşlarına bakmadan alıp atıyordu. Bütün dikkati konuşmaya odaklanmıştı. Oyun arkadaşının “Okey dışarı” diye taşı hızla yere vurmasının sesi ile kendine gelebildi.Bunun tadı sonradan çıkacağa benziyordu.
Bu konu sabahleyin kahvehanelerde herkesin ağzına düşmüştü.
“ Kamyoncunun birisi bir deveyi önüne katmış. Kovalaya kovalaya mezarlıktan aşağıya uçurmuş,öldürmüş.”
“Bu insanlığa sığmaz. Kimse o hayvanmış”
“Bunu hayvan bile yapmaz. İnsan olan deve zaten arabanın önüne geçince sapmayı düşünemez. Arabayı durduracaksın. Bir tarafa sapıtacaksın. Bu ayı onu da yapmamış”
“Devenin ahı tutar adama. Onun cezasını bir gün Allah verir.”
“ Görenler söylüyor. O deve o uçurumdan uçarken öyle bir bağırmış ki dağ taş inlemiş”
“ O kamyoncu Pınarbaşı’nda içmiş, zevk için bunu yapmıştır,diyorlar.”
“Zaten ayık kafa bunu yapmaz. İçki bunun için dinen yasaklanmıştır.”
“O deve deveyse o adamı uyutmaz. Durmadan düşüne girer.”
“Ancak bunu züppe, gökgörmediğin birisi yapar.”
“ Doğru, bunu sonradan gürmüş ayı yapar ancak.”
Kahvehanelerde bu sözleri duyan Kara Bilal çok rahatsız olmaya başladı. Huzursuzluğu arttı. Kendisine sanki biliyorlarmış gibi geliyordu. Kahvehaneler de de duramaz oldu. Eve geliyor, canı sıkılıyordu. Karısı öğrenmeye çalıştıysa da azar işittiği için bir daha sormadı.Takmaz görünse de Kara Bilal bundan etkilenmişti. Şunu görenlerde bir adam zannediyordu. Bilmiyorlardı ki cahilin birisi olduğunu.
İkinci gece kahvehaneden geç vakit eve geldi.İçtiği belliydi. Karısına sert bir şekilde:
-Şimdi git, kümesten bir tavuk tut, pişir, bana getir.
-Gece geç oldu.Sabah yapalım.
-Kafamı bozma? Ben ne dersem o olur. Çabuk ol.
Kadıncağız baktı gece kavga çıkaracak. Komşularına rezil olacak. En iyisi dediğini yapmaktı.
-Tamam. Şimdi tavuğu hazırlarım,dedi.
Kümese gitti. Sarı Bülye’yi tuttu.Tavuk bağırmasın diye ümüğünü sıktı. Kümesin kenarına kafasını uçurdu.O bülyenin partıltısına can dayanmazdı. Hemen oracıkta tüyünü yoldu.Evin önündeki muslukta içini çıkardı. Eve getirdi.Kocası ocaklığın başına sızmıştı. Onu kaldırmadan ocağı yaktı. Öksüleri ölçerdi. Sayacağı ocağa koydu. Üstüne tencereyi koydu. Tavuğu bütün tencereye koydu. Üstüne su döktü. Tencerenin kapağını örttü. Kocasının üstüne bir battaniye attı.Sonra ocağın başına büzüldü.Ocağın ısısıyla uyukladı durdu. Bir süre sonra tavuğu yemek yaptı. Sofrayı serdi. Ağaçtan siniyi ortasına koydu. Sahına koyduğu tavuğu sinin ortasına koydu.Su çilediği yufkaları sinin üzerine dizdi. Köşede sızan kocasını eli ile sallayarak:
- Kalk! tavuğu pişirdim ye.
Gözlerini ovuşturarak ve uykulu bir sesle:
- Beni rahatsız etme. Ben yemek yemeyeceğim.
- Demin tavuk yiyecektin.
- O demindi. Şimdi yemeyeceğim. Keyfimin kâhyası mısın?
- Öyleyse yatağına yat.
- Ben bu şekilde yatacağım. Bir daha seslenirsen dayağı yersin! Diye bağırdı.
Bunun üzerine kadıncağız sofrayı kaldırdı. Adamın üzerine battaniyesini attı. Yatağına yattı. Az sonra derin bir uykuya daldı. Kocasının “Beni kurtarın! Deve beni ısıracaaak! Deve beni çığnayacak! Kurtaran yok mu?” şeklinde feryadı ile uyandı.Yüreği yerinden çıkacak gibi parlıyordu.Sağ eli ilew göğsüne bastırdı.Bismillahi çekti hafif bir sesle. Lambayı yakarak kocasının yattığı mutfağa koştu. Kara Bilal kan ter içinde kalmış, biraz daha karararak zivt gibi olmuş; titremekte, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Durduğu yerde çırpınıyor,eli ile bir şeylerden korunmaya çalışıyordu. Kadın kocasını böyle görünce ellerini dizlerine vurarak, ağlamaklı bir sesle: “Ay niyettiyinnn! Ay bağızzz! Ne oldu bu herife? Delirmiş. Sarası mı tuttu acaba?” dedi ve ağlamaya başladı. Bir taraftan da elini ,kafasını duvara vurmaması için tutmaya çalıştı. Hafif bir tokat vurdu. Bunu babasından duymuştu. İçinden dualar okumaya başladı. Bitirdiği sureden sonra kocasının yüzüne üfledi.” Ağlayarak:” Şu herif iyi olursa sabılar sevindireyim ay Allah!” diye çırpındı. Biraz sonra uykudan uyanır gibi Kara Bilal gözlerini açtı. Bir bismillah çekti. Yerinde oturdu. Ağlayan karısına dönerek :
-Ne oldu bana?
Karısı gözlerini bürgüsüne sildi. Ağladığını göstermemeye çalıştı. Sonra da ırbıktan bir tas su kattı. Kocasına uzattı.
-İç şu suyu bakayım. Sana ne olduğunu bende anlamadım. Bağırarak uyandın.Elini kolunu salladın.” Deve beni yiyecek!” diye bir şeyler söyledin. Düş gördün. Ondan korktun herhalde. Ne düşü gördün?
-Az dur kendime geleyim de anlatırım.
Karısı gitti Havluyu su ile ıslattı. Kocasının yüzünü gözünü soğuk suyla sildi.
-Şimdi nasılsın? Biraz kendine geldin mi?
-Deminkine göre daha iyiyim.
-Çok korktun gördüğün rüyada. Ne gördün? Bu kadar seni korkutan neydi?
-Valla avrat, şimdiye kadar bu şekilde hiç çok korkmamıştım. Rüyamda bir erkek deve üstüme bir yürüdü. Sanki beni yiyecek. Ayaklarının altına aldı. Çığnadı,çığnadı. Bestelimi çıkardı. Bende korkumdan bağırdım, bağırdım. Kimse devenin elinden kurtarmadı. Elim ayağım halâ titriyor.
-Bilal, bir haksızlık mı yaptın? Yoksa araba ile bir deveye mi çarptın.
-Hayır, hiçbir şey yapmadım.
Mahallede horozlar ötmeye başladı. Buna eşek anırması, köpek havlaması karanlıkta karışıp, karşı dağlarda yankılandı gitti. Kuş sesleri ile cırcır böcekleri seherin geldiğini müjdeler gibiydi. Kadın kocasını ayak yoluna götürdükten sonra elinden tutarak yatağa yatırdı. Alnın ateşine baktı. Üstünü yorgan ile örttü. Kendisi de yattığında elinden tuttu.Halâ titremesi devam ediyordu. Bunu elinden hissetti. Kadının uykusu uçmuş, derin derin kocasındaki bu derdi düşünmeye başlamıştı.” Bu herife ne oldu acaba? Şeytan mı çarptı? Derin bir hocaya sabah okutsak iyi olur muku? Rakı, şarap içtiğinden mi oldu? Sara mı tuttu? Şeytan mı ellediy ki? Bilal’a bir şey olursa benin, çocuğumun hali ne olur? Bi başıma bundan keyti nerelere giderim.” gibi olasılıkları aklından geçirdi. Karanlıkta tavana baktı durdu uyuyasıya kadar.
Kara Bilal ,Cumartesi günü Gaziler Hanı’na gitti. Oradan bir kamyon odun aldı.Arabasına götürdüğü işçilere yüklettirdi. Ordan ayrıldı.Yolda aldığı odunun üstüne birazda kaçak odun yüklettirdi. Bu sefer neşesi yoktu. O şakrak, küfürbaz adam gitmiş, yerine pısırık bir adam gelmişti. Bunu belli etmemeye çalışsa da başaramamıştı. Orman yolundan ağır ağır Senirçaltı’da ana yola indi. Dereağzı’na doğru yollandı.Vakit akşam yaklaşmıştı.Kara Bilal, kendini yola veremiyor; durmadan gördüğü rüyayı düşünürken dalıp dalıp gidiyordu.Kendini toparlamaya çalıştıysa da bir türlü olmuyordu.Zaman hayli ilerledikten sonra Toprak Tepe’ye eğildiler. Keskin viraja girmişlerdi ki önüne bir deve çıktı. İniş aşağı olduğu için acı firen yaparak zorla durdu. Deve arabanın önünde duruyordu. Hem de geçen hafta kovaladıkları deveydi. Kendisine bakıyor, hiç aldırmadan geviş getiriyordu. Mavin yüksek sesle:
-Usta! niye durdun?
-Görmüyor musun önümüzdeki deveyi? Onu çarpamayız. İnde arabanın önünden kov. Yolun kenarına sapıt, biz geçelim.
Mavin arabanın önüne baktı. Hiçbir şey göremedi. Işığa elini siper etti. Yine göremedi.
-Önümüzde deve yok usta. Gözüne görünmüştür.
-Hayır, daha önümüzde duruyor. Sen fazla konuşmada in kavala.
Mavin kapıyı açtı. Biraz da korkarak arabanın önüne dolandı. Hiçbir şey görmüyordu.
-Usta! işte arabanın önündeyim. Burada deve meve yok.
Kara Bilal’ de baktı. Az önce duran deve kaybolmuştu.
-Gel öyleyse. Gözüme görünmüş olacak. Belki de gölgeydi.
Mavin gelip arabaya bindi, tekrar yürüdüler; ama Kara Bilal’ın içine kurt düşmüştü.Nerden musallat olmuştu bu belâ. Şimdi ızdırabı kendisi çekiyordu. Dalı dalıveriyordu.
Dereye doğru yaklaştıklarında aniden Bilal’ın önüne deve tekrar çıktı.Vurmamak için arabayı sağa kırdı ve acı bir firen yaptı. Firen sesi karanlığı yardı. Bu kadarını hatırlayabiliyorlardı. Toz duman ortalığı kapladı.Aklı başına geldiğinde arabanın içine sıkışmıştı. Ayağı ve göğsü yanıyordu. Yan tarafındaki mavin ise baygındı. Yan yattıklarına göre araba da koyağın içinde yanına yatmıştı. Ortalık karanlıktı. Hiç canı yoktu. En iyisi öylece durmaktı, yarı baygın haldeydi.Gözlerini yumdu. Yine o deve.
Az mı yattılar, çok mu yattılar ? Bir sesle ikisi de irkilerek uyandıklarında kendilerini kurtarmaya çalışıyorlardı. Bütün akrabaları, ailesi oradaydı. Stop lambaları yanır kalmış. Başka bir kamyoncu devrilen arabayı görmüş, akrabalarına haber etmişti. Kendilerini kurtarmaya gelen çok kişi vardı. Duyan gelmişti. İkisi de uyanmışlar, şaşkın bakışlarla kurtarma çalışmalarını izliyorlardı. Ortalık karışmıştı. Ağlayana mı bakan, bağırana mı, ağıt yakanlara mı? Yoksa kurtarma çalışanların bir birine emir vermesine mi? Ortalık curcunaydı. Önce mavini çıkardılar. Hemen O nu bir taksiye bindirip Manavgat hastanesine götürdüler. Sonra Kara Bilal’ı sıkıştığı yerden çıkarırken zor anlar geçirdi.Ayağının kırıldığı belliydi; fakat diğer kırıkları belli değildi. Bağırması dağları inletti. Deve bozulaması gibiydi. Zorla onu da çıkardılar. Su diye yanıyordu. Su istedi vermediler iyi olmaz diye. Bir sıtayşin renoya bindirdiler. Renonun arka koltuklarını açarak oraya yatırdılar. Şoförün yanına da babası bindi. Arabayı sürdüler Alanya Hastanesine doğru.Babası şoföre ağlayarak:
-Mehmet ne varsa sür! Zaman geçirmeden Alanya Hastanesine yetiştirelim.
-Olur amca.
Araba çok hızlı yol alıyordu. Sahildeki ana yola girdiler. Araba şimdi Alanya’ya doğru uçuyordu. Önlerinde giden arabaları geçiyorlardı. Ortalık sessizliğe bürünmüş, pencereden yalnız araba ve lastik sesi duyuluyordu. Serapsu Hanı yanına geldiklerinde önlerinde giden tomruk yüklü kamyonu tam geçiyorlardı ki taksinin üstüne bir tomruk düştü. Kendi iradeleri dışında oldukları yerde kaldılar. Koca tomruk taksinin arka tarafını ezmişti. Bağırarak şoför ile babası çıktığında tomruğun Kara Bilal’ın kafasını ezdiğini gördüler. Baba bir tarafa, şoför bir tarafa yığıldı. Kamyon da az ilerde durmuş içindekiler taksiye doğru koşarak geldiler. Tomrukları bağladıkları ip kopmuştu. Gelen araba durdu. Şimdi sözün bittiği yerdi. Devenin ahı tutmuştu. Allahın işi. Ne diyelim?






