İmtihan Macerası
Yıl 1964, mevsimlerden ilkbahardı. Kış uzun geçmiş, Mayıs ayına yağmurlu girmiştik.Heyipler de ki ilkokul beşinci sınıfındayım. Sabah kalktığımda sanki akşam olmuştu. Hava simsiyah bulutlarla kaplıydı. Saatimiz olmadığı için “Okula geç kalırız.” endişesiyle anamızın harladığı mendil içindeki azığı çantaya koyarak yola revan olduk. Hacıirbehimler deresine vardığımızda çok kuvvetli bir sağanağa yakalandık; ama ne sağanak? Dolu ile karışık sağanağa… Damlalar sanki bir avuç su…Mustafa ile birlikte bir ormanın arkasına saklanmak istedik; fakat faydası olmadı. Sulu sepkende çaya düşmüş sıpa döndük.Dokuma alacadan anamızın yaptığı çantaların içindeki kitaplar , azıklar ıslandı. Önlükler ile şalvarlarımızın alt uçlarından su akıyor, ayaklarımızdaki kitleli lastiklerin için su ile dolmuş,ayaklarımız “farçık,furçuk” ediyordu.Yolu zor gördüğümüz gibi rüzgar sanki oluktan akan suyu üstümüze serpiyordu. Orman döllükte duvarları siper ederek okula zar zor vardığımızda daha okulun açılmadığını gördük. Yağmurdan kimse okula gelememişti. Çünkü bizin saatimiz güneşti. O günde hava güneş doğmayınca biz yanılmıştık. Okul kapısının önünde büzüşerek beklerken öğretmenimiz Nuri Akgül ilk defa gördüğümüz şemsiye ile gelerek:
-Ooo! çocuklar çok erken gelmişsiniz. Yağmurla iyice de ıslanmışsınız. Üstünüz başınız suya batmış. Hemen odun getirin sobayı yakalın da önlüklerinizi çıkarın kurutun arkadaşlarınız gelesiye, dedi.
Bunu duyan Mustafa ile odun deposuna koştuk. Birer kucak odun getirdik ve sobaya koyduk. Öğretmenin evinden getirdiği çıra ile sobayı öğretmeniz yaktı. Bize dönerek:
-Hemen üstünüz başınızı çıkarın,kurutun, dedi. Bizim çekindiğimizi görünce, oğlum bunda utanmak olmaz. Üstünüz ıslanmış, üşümüşsünüz. Eğer böyle kalırsanız hasta olursunuz,dedi.
Dışarı çıktı ve evine gitti. Biz önlüklerimizi çıkardık. Getirdiğimiz sandalyenin üstüne serdik sobaya karşı. Defter ve kitapları da masa üstüne serdik.Kendimizde iyce ateşe sokulduk. Soba tutuştukça biz odun attık.Bizim üstümüz ve elbiselerimiz ısındıkça üstlerinden buhar yükseliyordu. Islak çamaşırın buhar çıkararak kurumasının verdiği koku sınıfı kapladı.
Hayli zaman sonra çocuklar gelmeye başladı.Bizi bu halde gören hayret içinde:
-Ne oldu size? Diye soruyor,her soruya da cevap veriyorduk.
Yıllar hep böyle geçti. Beşinci sınıfa geldiğimizde ağır ağır yarınlarımızı düşünmeye başladık. Bir bahar günü müzik dersinde okulun önünde toplandık. Öğretmen:
-Kim bir şarkı söyleyecek? Diye sordu.
Topal Hüseyin yerinden kalkarak yüksek sesle:
-Ben söyleyeceğim örtmenim! Dedi.
Nuri Hoca Hüseyin’e sert sert baktı. Bu cevabı beğenmese de:
-Kalk söyle bakalım,dedi.
Hüseyin ayağa kalktı.Etrafına baktı. Sonra boğazını temizledi. Gözlerini Orman Döllük tarafına dikerek söylemeye başladı:
“Bir elinde sındı.
Oğlan kıza bindi.
İş yapmadan indi”
Dedi. Çocuklar içinden gülüşmeler geldi. Nuri Hoca’nın her zaman öfkelendiğinde kızaran gözleri kıpkırmızı oldu.Sert bir ses tonuyla bağırdı.
-Hüseyin çabuk yanıma gel!
Hüseyin yavaşça kalktı. Utangaç bir tavırla öğretmenin yanına vardı. Put gibi karşısında durdu. Yüzü kıpkırmızı oldu. Öğrencilerden çıt çıkmıyordu. Şimdi herkes Hüseyin’in yiyeceği dayağı seyredeceğini düşünüyordu. Öğretmen yerinden ayağa kalktı. Hüseyin’in sol yüzüne iki tokat indi.Hüseyin sersemledi. Yerinden sekselendi. Yine dimdik durdu.
-Ne biçim türkü bu? Ses yok. Artık sizler nasıl türkü söyleyeceğini öğrenmiş olmalısınız. Nerde gördün sen bunu? Otur yerine!
Hüseyin yerine oturdu; ama tahminim onuyla hiç türkü söylemeyeceğine yemin etti.Bir süre sonra okuldan kaçtı. Yıllar sonra benim sayemde dışarıdan İlkokul sınavlarına girerek diplomasını aldı.
Okul bitirme sınavlarının son günüydü. Sınavdan sonra Öğretmen bizi topladı.
-Çocuklar sizi Nisan ayında Antalya Aksu Öğretmen okuluna geziye götürmüştüm.Size Manavgat Şelalesi’ni, Aksu İnekhane ve Camakhaneyi gezmiştik. Öğretmen Okulunu gördünüz. Oraya gitmek isteyenler şimdi sınavlarına müracaat edecekler. Temmuz ayında da Alanya’da imtihanlara girecekler. Yazılıyı kazananları okul çağıracak. Orada bir de sözlü imtihana girecekler. Kazananlar altı yıl okuduktan sonra öğretmen olacaklar. Kimler katılmak istiyor.Parmak kaldırsınlar. Tabii buraya dersleri iyi olanlar gidebilirler.
Ben,Ökmen,Bayram,Ali vs. parmak kaldırdık. Öğretmen isimlerimizi yazdı. Sonra da:
-Ben müracaatlarınızı Alanya’ya gittiğimde yapacağım. Bir noksanınız olursa sizleri ısmarlarım. O zaman beni bulursunuz. Ayrıca imtihana girecek onlalar yaz aylarında derslere çalışsınlar. Bilhassa matemetiğe… Sizlere iyi tatiller dilerim.
Bir “ Sağ ol.” Sesiyle dağıldık evlerimize.
Yaz çiftleri sürülmeye susam, mısır, pamuk ekilecek yerler aktarılmaya başlamıştı.Yörükler yazlaya göçmüş davar döllemişti. Şimdi oğlak sürüsünü davarın içindeki katması olanlar otlatıyorlardı. Böylece Yörüğe yardım edişmiş oluyordu.
Bizimde Hüseyin Onbaşı sürüsünde katma davarlarımız vardı. Anam bir gün:
-Yarın oğlak gütme sırası bizde. Kardeşinle sabah erkenden yazlaya gideceksiniz. Oğlak sürüsünü çevrede güdecek,öğleyim emiştirmeye getireceksiniz. Ben size ekmek getiririm. Davar emiştirdikten sonra yine gütmeye gideceksiniz. Akşam döllüğe getirip ağıla oğlakları kattıktan sonra eve gelirsiniz.
-Tamam, dedim ben. Çünkü oğlakları çok seviyordum.Hele körpelerin ayrı bir kokusu vardır. Onları kucaklayıp sevecektim akşama kadar. Bu haber içime sevinç doldurdu. İnanın sabaha kadar oğlakları sayıklamışım.
Sabah anamız erkenden kaldırdı.Babam zaten Soğla’ya çift sürmeye gidecekti. Bizde onuyla birlikte gittik.Öküzler önde, ben ve Mustafa eşeğin üstünde, babam arkada Soğla’ya vardık. Çift süreceği yere varınca akşamdan oraya bırakılmış pulluğun yanına öküzleri ve eşeği bağladık. Babam bizi tepedeki yazlaya götürdü. Bize de iyce tembih etti.
-Sakın oğlak yitirmeyin çocuklar,dedi.
Biz köpek tutar diye korkuyorduk.Bizi Meryem teyze karşıladı.Babam:W
-Çocukları getirdim. Bu gün oğlağı onlar güdecekmiş.Ben şurada çift süreceğim.
-Ben onlara oğlağı ağıldan çıkarır gönderirim. Zaten uzağa gitmeyecekler. Hacılar yüzüne doğru götürecekler. Durmuş, sana kolay gelsin,dedi.
-Allahısmarladık, dedi babam.İşine gitti.
Meryem teyze geliniyle geldi. Kümeye gittik. Bizim tıkırtımızdan geldiğimizi anlayan oğlaklar melemeye başladı. Teyze ağılın tahta kapısını açınca oğlak sürüsü dışarıya döküldü. Ayrı bir koku ortalığı sardı: ama taze oğlak kokusuydu. Babam tarla aktarmaya biz oğlak gütmeye… Meryem yenge bize oğlağı ağıldan çıkarıverdi. Doğu Beleni’ne doğru oğlak sürüsünü kovduk.Orman filizleri açmış, çiçekler açmıştı. Oğlağın içinde o kadar çeşitlisi vardı ki, sarı, ala,sakar,mor, kır,kara ve ak… Bazıları kalgıyarak zıplayarak oynaya oynaya gidiyor yayılmaya. Bazıları kırışıyorlar. Seyretmesi bir alem. Çok seviyorum. Yazladıktan uzaklaştıktan sonra ben ala bir oğlağı kucakladım. Sakarından burnundan öptüm. Ormanların yüksek filizlerinden kopararak verdim. Yedikçe bana alıştı. Bilhassa sakızlık ütmesi topluyorum.Birazını ona yediyorum, birazını da kendim yiyordum. Ağzımın içi nanelendi ve ferahladı.
Davar sürüsünün sağanaya öğleyin geldiğini çan sesinden anladık. Bir de davar sağan kadınların davar tutma ve sağma sözlerinden. Kaçan keçileri tutmak için kadınların “Çök sağana…!” sesleri arada kaçan davar çanlarına karışıp gidiyordu. Davar sağmayı biliyordum. Keçi tutulduktan sonra helkeyi kadın dizleri arasına alır.Hayvanın arkasında çömelerek hayvanın memelerini yukardan kavrayarak arkaya ve aşağıya doğru sağarak meme uçlarını avcının içinde sıkarak sütü tazikli bir şekilde sağar.Bu helke içinde “Çaffık, çffık…! “ diye ses çıkarır. Keçi iyi süt indirsin diye onu sever.” Oy benim sakar kızım.Kara keçim” gibi hayvanın şekline göre sevgi sözleri söyler. Keçi bu sözleri duyunca sakinleşir.Geviş getirmeye başlar.İşte o zaman sütünü verir. Bunun yanında sağdırmayan sütünü vermeyen keçilerde vardır. Sağım işi bitince sıra emiştirmeye gelmiştir.
Biraz sonra oğlağı emiştirmeye getirmemiz için çağırdılar. “Hacılan…!” diye bağırarak. Bu sözün “Davar sağma bitti. Oğlakları emiştirmeye gelin” anlamına geldiğini herkes bilirdi.
Oğlakları topladık. Önden ben arkadan Mustafa kovarak sağanaya yaklaştığımızda analarını gören oğlak melemeleri ile yavrusunu arayan keçi melemeleri birbirine karıştı. Davar sürüsüne otuz kırk metre yaklaştığımızda ise oğlaklar hızla analarına koşarken yavrusuna hemen kavuşmak isteyen keçilerde oğlak sürüsüne doğru koştu.Oğlağın içine dalan keçilerin altına beşer altışar oğlak birden sokuldu. Onları koklayan ve kendisinin yavrusu olmadığını anlayan keçilerin sütünü emdirmemesi için havaya zıplamaları, kendi yavrularını bulmak için endişeli sağa sola koşmaları görülecek bir manzaraydı. Anasını veya yavrusunu bulamayanlara sahipleri buldurdu. Annelerinin sütünü emen oğlakların keyfi görülmeye değerdi. İki diz üstüne gelmişler, süt köpüğü ağızlarının dışına taşmıştı. Analarının daha çok süt vermesi için arada bir başı ile ananın memelerini emerken başı ile anne karsığını dürtüyordu. Analarda oğlaklarına daha çok süt vermek için geviş getiriyorlardı. Bazı analar kendi oğlağını daha tenhalara götürmüştü.Hatta keçilerin bir kısmı yatmış, oğlağını kucağına yatırmıştı bile. Bu analık duygusu başka bir duyguydu. Demek ki bu duygu bütün canlıların ortak duygusuydu. İşte onun için “En güçlü ve en uzun duygu analık duygusudur.” Sözü bundan söylenmiş olabilir. Bizde oğlaklarımızı emiştiren anamıza yardım ettik. Kendi oğlaklarımız emerken onları sevdik.
O hengama oğlakların doyması, hayvanların yavruları ile yatmaları ile sona ermişti. Şimdi “ Oğlak seçme” zamanı gelmişti. Sürü toplandı. Sürünün gideceği istikamete davar sağa gelen kadın ve erkekler bir buçuk iki metre aralıklarla durdular. Buna alışkın olan keçiler aradan geçiyor,oğlaklar kalıyordu. Geçmek isteyen oğlaklar ise engelleniyordu. Bazı kadınlar eline çubukta almışlardı. Onun ile diğerleri kolları ile oğlak geçişlerine engel oldular.En son yavrusundan ayrılmak isteyen beş altı keçi oğlağın içinden ayrılarak davara kovuldu. Birkaç keçi yavrularına doymamış ki dürünün arkasında kalarak meleyor oradan ayrılmak istemiyordu. Baktılar ki sürü gidiyor mecburen onlara arkadan yetişmek için koştular. Davar Karamahmutlara doğru giderken oğlak sana yerinde kaldı. Çam ağaçlarının gölgesinde yattılar. Arada zıplayanlar da yok değildi. Keyifleri yerine gelmiş, karınları doymuştu. Şimdi geviş getiriyorlardı. Hepsi güzel, hepsi yaşama sevinci doluydu. Davar çobanı Hüseyin amca yemeğini bitirmişti. Arpa unundan edilmiş topa şeklindeki köpek yallarını köpeklere attı. Yalını ağzına alan köpek az ileriye giderek yemeye başladılar. Yemeği bitiren köpek ağaçtan oyulmuş teknedeki ayranlı sudan dilini çıkara içtikten sonra az ileriye uzandı. Hüseyin amca yağa kalktı. Çoban azığının içinde bulunan ekmek bohçasının bağlı yerinden değneğini geçirdi. Bağlı keçesini sağ omzuna terkiledi. (yüklendi) Köpekler çobanı takip ediyordu. Çoban yamaca ağan davarın arkasına doğru yürürken köpeklerde onu takip ettiler.
Şimdi oğlak sürüsü yatak yerine serildi. Karınları tok, sırtları pekti. Analarına olan hasretlikleri bitmişti. Keyif zamanı gelmişti.
Anam bize getirdiği azığı yedirtti.Sürü sahibi Meryem teyzenin getirdiği yayık ayranını da içtik. O ayranın tadı köpüğü başkaydı.Katma sahipleri süt helkilerini alarak topluca köye yollandılar.Anam bize:
-Oğlum,oğlağı iyi bakın.Erkenden getirip ağıla kattıktan sonra eve erken gelin, geç kalmayın, diye tembih etti. Arkadaşları ile o da gitti.
Az sonra Çoban’ın eşi Emine yenge baba:
-Ahmet gel,körpe ağılına gir de benim verdiğim pürleri içeriye as,dedi.
Üstü kapalı olan küçük ağıla eğilerek girdim. Burnumu çere (süt oğlağı gübresi) kokusu doldurdu. Ağılın tabanına dökkü dökülmüştü. Emine Hanımın verdiği pürleri yani taze filizli dallarının uçlarını ağılın duvar taşları arasına soktum.Şimdi içeriyi taze ütme, kesme maki ormanı yaprak kokuları kapladı. Dışarı çıktım. Oğlağın içinde hoplayıp zıplayan körpeleri tutarak ağıla kattık. Ağzını Emine hanım kapadı. Şimdi körpeler taze sesleri ile bizi de kıra götürün diye bağırıyorlardı.
Oğlağı topladık. Doğu Beleni’ne doğru sürdük. Şimdi oğlakların maki filizlerini kıpır kıpır yemeleri insana zevk veriyordu. Gönlü açılıyordu.Bazıları ise oyun peşinde arkadaşı ile kırışmaya çalışıyordu. Önlerindeki hayata hazırlanıyorlardı.İkindileyin oğlakların yönünü yazlaya doğru çevirdik.Gün Karamahmutlar tepesine eğildiğinde Yazla yerine gelmiştik.Oğlakların karınlarının tokluğu bakınca belli oluyordu. Gece yiyecekleri pür ağıla asılmıştı. Meryem Teyze ve Mahmut Amca ile oğlak sürüsünü ağıla kattık. Kapayı kapadıktan sonra Mahmut Amca:
-Sağ olun çocuklar. Oğlakları iyi yayıltmışsınız. Yitirmeden de getirdiniz. Haydi geç kalmayın. Banaıza ve ananıza selem söylen.
-Sağ ol,dedikten sonra yola girdik.
Akşam evimize geldiğimizde anam ikimizi de başımızı okşayarak sevdi.Bu sevgi bana her gün oğlak gütmeye heveslendirdi de arttı bile.
Mayıs ayı gelince havalar iyce ısınmış,Yörüklerin Yaylaya gitme zamanı gelmişti. Bir inek göveyinden, büğelekten kaçarak üç gün sonra yayla yolundan döndürüp gelmişlerdi. Demek ki hayvanlar bile yaylaya göç zamanı biliyorlardı. Hem de yaz çiftleri ile davarın yayılma alanları daralmaya, susamlar, darılar çıkmaya başlamıştı.
Bir akşam evde toplanmış yemekte sonra büyüklerimiz sohbeti koyulaştırmışlardı. Babam Ağabeyime :
-Bu yıl Hanımı Baharın yaylaya göndermek istiyorum.Burayı gelinler ile yaparız. Yanında Ahmet’te gider. Nasıl olsa okulu bitirdi. Koca delikanlı oldu.Anasını yaylaya göçürür,dedi.
Hüseyin ağabeyim şöyle bir düşündü. Sonrada kararlı bir şekilde:
-Olur baba.Hem iyi olur. Evde iki delikanlı,iki gelin var.Ekini,dikini biz kaldırırız. Onun rahat etme zamanı. Gitsinler,dedi.
Karaoğlan ağabeyim araya girdi.
-Yörükler ne zaman göçecek miş?
-Haftaya Cumartesi günü, dedi babam.
-Ben hem sağdıçgile yardım ederim, hem de yolun yarısına kadar bizimkileri uğurlar ondan sonra döner gelirim, diye fikrini anlattı Hüseyin ağabeyim. Babam:
-İyi olur,dedi.
Konuşmaları ben can kulağımla dinlemiştim. Baharın yaylaya gitmenin ne kadar neşeli olduğunu çocukken Hatice Ebemle gittiğim için biliyordum. O yaşlandıktan sonra dört beş yıldır gitmiyordum. Şimdi gene hayalimde canlandırdığım bahar yaylası yiyecektim.
Cuma günü Hüseyin Ağabeyim bizim yayla ihtiyacımızı görmek için Alanya’ya gitti. Benim ayak ölçümü de bir çimento kağıdının üstüne çizerek gitti. Alacaklarımızı bir bir çimento kâğıdına not etti.
Sabah Marazlı’ya kadar eşekle gidecek, oradan bir gübre kamyonu ile Alanya’ya varacak,eksikleri gördükten sonra da tekrar bir kamyona binerek Marazlıya gelecek, aldıkları eşyaları eşeğe yükleterek akşama evimize dönecekti. Öyle de oldu.
Akşam ağabeyimin getirdiklerini anam ortaya döktü. Bana ağabeyimin aldığı kitleli dora lastik ayakkabını ve aldığı şalvarı giydirdiler.
Ağabeyim:
-Kalk bir yürü bakalım,dedi.Ben yerimden kalkarak evin içinde yürüdüm. İyi yakıştı,diye bana mor el verdi. Ben de çok sevindim.Şimdi sıra anama gelmişti. Bir fistanlık alaca, bir donluk Sümer basması, bir de lastik delikli dora ayakkabısı almıştı. Ayrıca sabun, şeker, piskevit, lokum, şehriye, makarna vardı. Anam şehir ekmeğinin içine koyduğu helvalı ekmeği ev halkına yarımşar yarımşar dağıttı. Ağzıma o ekmek ve helvanın tadı sonraları hiç gelmedi. O gece ayaklarımda ayakkabı ve şalvar ile yattığımı söylesem gülmezsiniz her halde.
Gelecek hafta sonu yaylaya gidecektik. Babam eşeklerin kürtünlerini yamadı. Kolanlarını dikti.Yularlarını dikti.Anamdan miras kalan ve teyzelerimle ortak olan devenin havudunu, kolanını, yularını onardı.Çuvalları yamadı.
Anam kavurga kavurdu.Buğday kavurgasının içine susam karıştırdı. Buynuz döğdü kavut yaptı. Bir küçük güğüme buynuz pekmezi doldurdu. Keselere yiyecekleri çıkı çıkı bağlayarak bir çuvala doldurdu. İki deve yükü un öğütüp geldiler Alara çayı öteyakasında ki Odaönü su değirmeninde.
Eşeklerin nallanması ilgimi çekti.Tıngılı amcanın eşeğin tırnaklarını yontması, babamın eşeğin ayağını tutuşu, nalı ayağına ölçüşü, çivileri çakışı hayretime gitti. Bilhassa çivilerin eşeğini ayağını acıtmayışı garibime gitti.
Yazlaya anamla davar emiştirmeye gittiğimizde gördüğüm manzara bir başkaydı. Hüseyin Onbaşı ve oğlanları hummalı bir hazırlığa girdikleri anlaşılıyordu. Onlarda alanlarda develerin ve atların havut ve kürtünlerini, yularlarını tamir ediyorlar, ortaya serdikleri kıl çadırı tamir ediyorlardı. Ala çuvallar, ala heybeler tamirden geçiyordu. Develer yağlanıyordu.
Çıbalardan taze kumpir çıkarıldı. Taze soğan ve pancar yaprağı toplandı.Akşamdan yumurta ve kupir kaynatmaları yapıldı. Bohçalara bağlandı.
Bir sabah yükler yüklendi.Anam, ağabeyim ve ben en yeni elbiselerimizi giydik. Eşekler ve deve yüklendi. Deveye çanlar bağlandı. Çanların sesi köyün sesini bastırarak yankılanıp gitti yarın başına doğru.
Köyden, Yörüklerin göçünün yollandığı uzaktan gelen çan ve gübüdük seslerinden belli oluyordu. Bu sesler insanın içini titretiyordu. Davar sürüleri de Alara Köprüsünden gidecek Çamlıtepede ki konak yerinde oba ile birleşecekti. Davar sürüsü ile iki eşek de gidecek, bunlar hem azık götürecek hem de yolda dayanan oğlakları götürecekti. Yalnız sürü ile gidemeyecek körpeler birer heybe gözüne koyularak develere pekidilmişti. Bir büyük sepetin içinde çivcivli bir tavuk, başka bir sepette bir horoz vardı. Ayrıca bir eşeğin üstünde bağlanmış, ağzı bir bezle dikilerek kapatılmış sepet içinde bir kedi miyavlıyordu.
Bizim göç Ağalanda Yörükleri bekledi. Yörüklerin göçü karşıdan bize doğru gelirken görülecek bir manzara oluşturdu. Develerin yularlarında ziller, boynunda çanlar, yük üstünden sarkıtılmış gübüdük sesleri insanın içini titretiyordu. Yükün üstüne örtülmüş ve saçakları devenin yükünden aşağıya sarkmış ala kilimler insanın gözünü kamaştırıyordu.İçimi bir heyecan kapladı. Dizlerim titredi. İnsanlar sevinç içindeydi. Eşlerinden ayrılacak olan gelinler hariç. Herkes en yeni elbiselerini giymişlerdi. Kadınların giydiği elbiseler göçü renk cümbüşüne döndürmüştü. Bunun yanında tüm kadın ve kızların başında beyaz bürgü vardı. Yörük göçü önümüze geçti. Demek ki Yörük beyinin göçü en önde gidecekti. Köyden uğurlamaya gelenler vedalaştıktan sonra geri döndüler.
Bir hengameyle Alara çayının başına vardık.Suyun çağlayışı insanı dolukturuyordu. Çayın içindeki taşları su yalayarak geçtiği için enginli yüksekli bir yol katettiği için yukardan aşağıya dağa oluşturarak akıyordu. Suyun akışına biraz bakınca da gözün kararıyordu. Önceki gelenler durdu. Köyün delikanlıları şalvarlarını ve çarı olan çarığını, pabucu olan pabucunu çıkardı. Şimdi hepsi uzan dokumadan bez donluydular.Gelinler ve kızlar ayaklarını çemrediler. Bazıları da at ve eşeğe binecekti.yaşlılar ata, atı olmayanlar eşeğe bindirildi. Ellerinden delikanlılar tutarak suya daldılar. Önden giden at suya girmekle girmemek arasında bocaladı. Önden çekilince gitmek zorunda kaldı. Arkadaki eşek ve devlerde daldırıldı suya.Tam bir hengameydi. Bağrışlar ve çağrışlar su sesine karışıp gidiyordu. Hayvanlar çayın ortasına gittikçe su hayvanların karınlarına doğru çıktı.Bazılarını aşağıya doğru sürükledi. Aşağıya doğru sürükleyenleri gençler tuttu. Çay taşları yosunla sırsıypak olmuş, kayıyır, insanları bazen kaydıkları belli oluyordu. Çay geçilirken:
“Benim karıyı düşürmeyin”
“Bizim eşeği sel alıyor”
“Benim elimden tut Hüsülü”
“Burası derinmiş.Beni tuıtun.”
“Ayağım taşlardan sıypıyor,düşeceğim”
“Gözüm kararıyor, kurtarın beni.”
“Oy,oy..! burası derinmiş.Donum ıslandı”
“Çocukları bakın ,düşüp boğulurlar”
“Bizim eşekte ne varsa sıslandı”
“Ana beni tut,düşeceğim.”
“Baba yetiş, beni tut.Eşek düşecek.” Sesleri yankılanıyor su sesi içinde zor duyuluyordu.
Atın üstünde binen Hüseyin Onbaşı, atın dizginini çekerek gür sesi ile:
“Suya deği tam karşınıza bakın ki gözünüz kararmasın!.Birde bağırıp durmayın, Çocukları korkutuyorsunuz.”
Sesi ile gürültü biraz oldun kesildi.
Ağabeyim annemi eşeğe bindirdi. Beni de hepiç etti. Çaydan geçirdi.tekrar geri dönerek diğerlerine yardım etti. Teker teker göçü geçirdiler. Bu arada kızların utanarak çakdırmadan gençlere, gençlerin de kızlara baktıklarını fark ettim. Sudan karşıya geçen ıslanan şalvarlarının uçlarını sıkıyor, ayakkabılarını giyiyor, paçalarını indiriyorlardı. Sudan geçmesi için bindirilen kadınlar ve çocuklar hayvanlardan indiriliyorlardı.Şimdi insanların gözlerindeki endişenin yerini sevinç almıştı. Ağlayan çocuklar durmuş,hatta gülenler olmuştu. Hayvanlar ise çıkınca bir silkelenmekte, su değen karınlarının altından su akmaktaydı. Ayrıca suya batan heybelerden şu şarlıyordu.
Köyden çayı geçirmek üzere gelen gençler geri uğurlanırken hüzünlü anlar yaşandı.Karşıdaki çardaklara daha Karakayalılar göçmemiş,boştu. Hatta bazısı yıkılmıştı bile.Göç toparlandı, yola düştü.Su sesi git gide azaldı ve kayboldu.Herkes çay geçişinde olanları birbirlerine anlatıyor ve gülüşüyorlardı. Bilhassa kızlar ve gençler konuşacak konu bulmuşlar o çekingenlikler ağır ağır yok oluyordu. Bu göç sırasında iletişimler daha samimi olmakta dostluklar pekişmekteydi.Yardımlaşma son derce güzeldi. Hani demezler mi? “Yörüğün göçü yolda düzelir.” Öyle de oluyor. Yolda birinin hayvanı yükünü götüremezse diğer biri onun yükünü hayvanına alır götürür.
Göç Çamlıtepe’ye doğru yukarıya taş döşemeli merdivenli yolda ilerlerken yükü ağır olan hayvanlar bir iki merdiven çıkınca bir iki dakika dinlendikten sonra yola devam ediyorlardı.Develer ise at ve eşeklerin gidişine uymak zorundaydılar. Konak yerine varıldığında öğle olmuştu.
Yörük ağası Hüseyin Onbaşı atının dizginini çekti.
-Buraya konuyoruz. Hayvanlar hem yoruldu, hem acıktılar. Burada otta iyi. Yayılım var. Kuyu da su da var. Buraya konuyoruz.
Her aile çamın içinde düz bulduğu yere hayvanlarının yükünü yıkmaya başladı. Şimdi ayrı bir alemdi.Hayvanlarda yükleri yıkılırken karınlarını doyurma sevdasına düşmüşlerdi.Şimdi ses ormanın derinliklerini çınlatıyordu.Kuzu melemesi, kedi, miyavlaması,
Tavuk gurklaması,köpek avlaması ve çocuk ağlaması…Birde bunlara yavrusunu arayan at kişnemesi, eşek anırması karışıp gidiyordu. İnsanların konuşması zor anlaşılıyordu. Yükü yıkılan hayvanın döş ipi gevşetiliyor,otlamaya bırakılıyordu. Hayvanlar sürü halinde otlamaya başladı.
Ağabeyim önce beni eşekten pekili olduğum ipleri çözerek indirdi. İpler ayaklarımı kesmiş, ayaklarım uyuşmuştu. Yere bıraktığında düşe yazdım.Kendimi topladım ve yere çöktüm. Biraz öyle kaldıktan sonra ayaklarımı sallayarak uyuşukluğunu aldıktan sonra yürüyebildim. Önce at ve eşekler, sonra develerin yükleri yıkıldı.Yükü yıkılan hayvan çiçekli dilfir otlarına saldırıyorlardı. Ot diz boyu… Maki filizleri çok tazeydi. Her yer ot ve çiçek kokusuyla tütüyordu.Esen hafif yel otları dalgalandırarak yalayıp geçiyordu. Sepetinden dalınan gurk tavuk yavrularını doyurma telaşındaydı.Yine sepetten salınan kedi pırtıların arasında kuşkulu bakışlarla olduğu yeri anlamaya çalışıyordu. Heybelerden çıkarılan küçük oğlaklar koşup zıplama çalışıyorlar; ancak uyuşmuş ayaklarıyla yere düşünce hemen kalkıyorlardı.
Şimdi insanların karınlarını doyurmak için hazırlıklar başladı. Sofralar kuruldu.öğle yemeği kumanya şeklinde hazırlandı. Obalar birbirine karşılıklı yiyecek taşıdı. Şöyle baktım da genç kızlar omdukları gençleri kaş altından süzüyorlardı. Ortaya serilen yufka ekmeklerin içine önceden kaynatılmış yumurta ve taze kumpir sarıldı.Homaç yapıldı.Bu açık havada da iyi gidiyordu.
Yemekten sonra ilk iş Yörük Beyi Hüseyin Onbaşığilin çadırı kuruldu. Onların çadırı obada en büyük çadırdı. Ağabeyim onlara yardım etti. Ala çuvallar içeriye taşındı.Çul serildi. Yanlara dayanacak şekilde pırı pırtı dizildi. En son keçeler serildi. Sonra Ağabeyim ile onlar bizim çadırı kurdular. Bizim yükümüz azdı. Hemen içeriye taşındı. Bizim çadırın içine çul üzerine pamuk döşek serildi. Biz Yörüğün manavıydık.Onun için keçemiz yoktu. Oba sessizliğe bürünmüş, herkes komşusuyla çadırların önüne toplananmış koyu bir sohbet başlamıştı. Dinlenildikten sonra çalılarla oğlak ağılı çevrildi.
Akşam üstü aşağıdan davarın çan sesleri duyulmaya, git gide ses konağa doğru yaklaşmaya başladı.Git gide melemeler çan seslerine karışarak ormanın derinliklerini çınlatmaya başladı. Nihayet aşağıda göründü. Önce çoban köpekleri geldi konağa ardından sürü, biraz sonra oğlak sürüsü konağı doldurdu. Oğlaklar ağıla katıldı. Davar sürüsünden sütü bol olan keçilerden azarcık süt sağıldı.Sonra davar emiştirildi. O oğlakların keyfine diyecek yoktu.
Akşam o hengame bitmiş,konak yeri sessizliğe bürünmüştü. Çadır önlerine yakılan ateşler içerileri aydınlatıyor, başlanan hayvanlar ise geviş getiriyorlardı. Ben en çok hayvanların geçe gözlerinin parlamasından korkuyordum. O gözler bana saldıracak kurtmuş gibi geliyordu. Yatsıdan sonra konak yeri sessizliğe büründü. Şimdi yakılan ateşteki çam kütüklerinden yükselen dumanlar ile ateş parlamasından başka bir şey görünmüyordu.
Sabah erkenden kalkıldı. Davar sürüsü yollanırken, arkasından oğlak sürüsü yollandı.Ortalık ses cümbüşüne döndü. Çadırlar toplandı. Hayvanlar yüklendi.Şimdi konak Zeytin istikameti idi. Öyle de oldu. Zeytine konuldu. Hava iyice bulutlandı. Şimşek çakmaya başladı. Gök gürültüsü ile davar ürktü bile.Hayvanlar yıkılır yıkılmaz acele çadırlar kuruldu.Yükler içeri atılırken hava çiselemeye başladı.Çadır içine su gitmesin diye etrafına arık yapıldı. Kıl çadırda yağmur ile oturma bir başkaydı.Sanki çadırın her ilmiği arası bir pencereydi.Az sonra hava bastırdı. Ot yeme telaşında olan hayvanlar şimdi dikilip yağmurdan korunmaya çalışıyorlardı. Gelen oğlak sürüsündeki oğlaklar büzüşüyor, üşüme etkisini aza indiriyorlar, çok küçükler ise hafif titriyorlardı. Şimdi yağmur sesi duyuyoruz, sağanak yağmurun sesi ormanın derinliklerinde daha çok ses çıkarıyordu. Çadırın yanına yakılan üstüne yağmur düşmesi önlenen ateş bizi ısıtıyor, elbisesi ıslananlardan buğ çıkarıyordu. Bir süre yağmur öyle yağdı durdu.
Akşama doğru yağmur durdu.Bütün hayvanlar bu dar zamanda karınlarını az zamanda doyurma çabasına girdiler. Biraz önce büzüşen ve dört ayağını birleşmiş gibi birleştiren o oğlaklar silkelenerek çöz elenmişti. Bu gece biraz soğuk geçeceği belliydi. Yörük Onbaşı ortaya:
- Nisan ayında gece yağmur yağmaz.
- Niye dedi oğlu?
– Nisan ayında kuşlar yuva yapar ve yumurtayı basarlar. Kuşlar yuvayı basmazsa yavru çıkmaz. İşte onun için Allah gece yağmur yağdırmaz.
Bu sözün doğruluğunu ve Allah yarattığı canlıları koruduğunu düşündü. Bu gün obaya sessizlik erken çöktü. Getirilen odunlar çatır çatır yanıyordu. Çadırların içi ısındı. Yörük onbaşının yarın ki göç planı ve konulacak yer görüşüldü. Erkenden herkes uykuya daldığında uzaktaki baykuş sesi net bir şekilde duyuluyordu.
Sabah erkenden yola koyulduk.Ağabeyim bizi oradakilere emanet etikten sonra geri döndü. Ben bizim kara eşeğin üstünde bekiliydim.Şafak yeni sökmek üzereydi. Taşafır’a doğru düzlüğe indiğimizde yanan bir kuş bizi takip etti. Uçtuğunda yanıyor, konduğunda sönüyordu.Bilmem gözüme göründü, bilmem rüyada gördüm. Hala oraya vardığımda bu olayı hatırlıyorum.
Üçüncü günü Gaziler Hanı’ndaydık.Şimdi yayla başlamış, karşı dağların başı karla kaplanmıştı. Burası aşağılara göre daha soğuktu. Her taraf çiçek cümbüşü içindeydi. Asırlık ardıç ladin,andız ağaçları içinde otlar yüksekti. Davar ve diğer hayvanlar apaz apaz otu ağızlarına doldurup midelerine indiriyorlardı. Demek ki buranın otu hayvanlara daha lezzetli geliyordu. E..! nede olsa yayla otu. Çadırlar kuruldu. Her çadırın önüne ateş yakıldı. Yine yağmur yağacağa benziyordu.Karşı dağlara bulut yürümeye başladı. Koyaklara da kör duman…Halk işi bitirip çadırlara çekilince yağmur ağırdan çiselemeye başladı. Oğlak sürüleri hanın içine dolduruldu Ağız tarafına da deve at ve eşekler bağlandı. Han geniş ve yüksekti. İçinden baktığın zaman bu latalar ve öz direkleri nasıl çıkarıldığına hayret edersin. Yapısı ise hatıllı ve sağlam. Geceyi ben iki yorgan altında geçirdim. Yalnız uykusu da güzeldi. Dinlenmiş olarak kalktık. Sabah hava açmıştı. Hava soğuk olduğu için bu gün göç güneş doğduktan sonra yüklendi.
Gelesandıra açılmıştı. Kurucaya vardığımız zaman öğle geçiyordu. Etraf karlarla kaplı; ancak güneye bakan yamaçlarla, alanın bir kısmı açılmıştı. Açılan yerleri hemen ot basmıştı.İşte burasında bir hafta eğlenilen ve yukarıya ağrık götürülen yerdi. Yukarılar açılasıya eğlenilirdi. Karayolunun dibindeki Hanın önüne konuldu. Hayvanlar yıkıldı. Burada önceki yıllardan kalma çadır kurulacak yıkıklara çadır kuruldu. Bu taştan yapılmış yerlerin üstüne çadır çekildiği için daha kolaydı.İçerden ateş yakılacak ocaklığı vardı. Ocaklar yakıldı.Bir yandan da yükler çadır altına yerleştirildi. Burada beş altı gün kaldık. Davar sağılır, sütten peynir yapılıyordu. Buradan kalkıldı mı Kızıloluk’a konulacak on beş gün orada kalınacaktı.Yani baş yayla kardan açılıncaya kadar orada yaylanırdı.
Bir gün Yörüklerle Kızıloluk’a ağrık götürmeye gittik. Develer ve atlar yüklendi. Ben de onlara yardımcı olarak gidiyordum. Kuru Katıran mevkisinden iki deveye odun yüklettiler. Her yer kardan dümdüzdü. Yürürken at ve eşeklerin ayağı zaman zaman batıp çıkıyordu kara. Hayvanlar bir iz takip ediyorlardı. İzden çıkınca ayakları batıyordu.Tam Demir Kapı’nın alt kısmındaki koyaktan kar üstünde giderken Hüseyin Onbaşı’nın Kara Lök izden çıkınca ayağı kara saplandı. Deve düşmemek için ayağını hızla çekti. Öteki ön ayağı kara saplandı. Kara saplanan ön ayağını çıkarmak için uğraşırken ön bacağı “çattt..” diye bir sesle kırıldı. Deve odun yükü ile birlikte o tarafa doğru yattı. Yine kalkmaya çalıştıkça ayakları battı. Sonunda karın üstüne yan yattı. Yük götürenler koştu. Memekli amca:
-Eyvah…! Devenin ayağı kırıldı…!. Diye bağırdı.
Acele yükü yıktılar . Deve kalkmaya çalıştı; ama ön ayağı hala karın içine saplanmıştı.Kuvvetli hayvan çıkarmaya çalıştıkça kırık arttı.Deveye yardım ettiler. Ayak kardan çıktığında dizden kırılmış, çekmeye uğraşırken de bir tarafa dönmüştü. Bir kemik deriyi yırtmış dışarı çıkmıştı. Deve zorla üç ayak üzerine dikildi. Memekli:
-En iyi deveydi. Şimdi babama ne diyeceğiz.
Mehmet Ali:
-Gitmeyelim amca. Bu gün hava don değil. Hayvanlar batar dedim; ama dinlemedi. İllede “Geç kaldık, bu gün ağrığı götürün” dedi. Olacağı buydu.
Bekir:
-Bu devenin ayağı iyi olmaz. Zaten iyi olsa bile bu karın üstünden aşağı götüremeyiz. Bir gelen giden olursa Bozkırlılara ısmarlayalım. Gelip kessinler. Onlar deve etini çok severler. Birazda para verirler. Değilse burada deveyi ayı yer.
-Öyle yapalım,dedi Memekli.
Ben devenin çaresiz bakışına yandım durdum.Yürümeye çalışıyor, gidemiyordu. Gidemedikçe de dağların başına doğru bakıyor, tekrar yürümeye çalışıyordu. Her defasında acı çektiği belliydi. Sonra Memekli devenin yularından tuttu. Oturtmak için “Ihhh..!”dedi.Deve zorla oturdu. Kırık ayağını bir tarafa çıkardı. Endişeli endişeli giden öteki hayvanların ardından baktı.Şimdi çaresizdi. O küçücük yüreğimle öyle acıdık ki çaresizliği o devenin gözünde gördüm. Diğer hayvanlar yüklü bekletiliyordu.
Tam bu sırada aşağıdan Bozkıra giden iki katırlı geldi. Öndeki katırda binen:
-Selamün aleyküm.
-Eleyküm selam.
-Ne oldu beyler?
-Ne olacak? Devenin ayağı kırıldı.
-Yazık olmuş. Güzel deveymiş te.
-Siz nerden gelir,nereye gidersiniz?
-Biz Malandan gelir, Bozkır’a gideriz.
-“Kul bunalmayınca Hızır yetişmezmiş” derler. Bizde sizin gibi birisini arıyorduk. Bu devenin ayağı iyi olmaz. Onun için bir Bozkırlıya satalım, demiştik. Siz de iyi denk geldiniz. Bizde deve eti çok sevilmez. Sizler bayılırsınız. Bu deveyi kesseniz de etini alsanız nasıl olur ?
-Fiyatı ile verirseniz alırız. İyi olur.
-Kaç lira vereceksiniz?
-Siz söyleyin bakalım. Biz deve eti satmadık ki söylesek.
-Biz buna 10 TL. veririz verirseniz. Vermezseniz, biz yolumuza, siz yolunuza
Memekli amca ne verseler verecekti zaten. Çünkü başka çaresi yoktu. Elini çenesine koydu. Az düşündü.
-Ver elini. Elini aldı sıktı ve salladı. Hayrını gör. Dedi.
Bozkırlı’da :
-Sen de hayrını gör,dedi.
Hiç seslenmeyen ikinci Bozkırlı cebinden parayı çıkardı. memekli amcaya:
- Buyur,Mehmet Bey, Güle güle harca, dedi.
- Biz yüklü hayvanları bekletmeyelim. Sizde geç kalmayın. Haydın gidiyoruz.
Herkes hayvanının yanına geçti. Yukarı doğru ağdık. Demir kapı karlara bürünmüştü.
Ben Memekli amcaya sordum.
-Buraya neden Demirkapı diyorlar?
-Evvel buralarda Selçuklu denen kavim yaşarmış.Senir Beyliğini Konya’ya bağlayan yol bu boğazdan geçer. O zaman burada kervanlardan vergi alırlarmış Vergi memurları burada bulunurmuş. Demir bir kapı ile bu iki taşın arasını kaparlarmış. Kervan gelince vergisini aldıktan sonra kapı açılır kervanlar buradan geçermiş. Onun için adı Demir kapı olarak kalmış. Hatta taşta kapının çakıldığı demir çivi bile var.
-Sağ ol, öğrendim amca.
Çığır açılmış kardan bata çıka Kızıl oluk’a vardık. Orası biraz açılmıştı.Kendi konak yerimiz olan Yer oluğa indik. Yıkıklara çadırlar çekildi. İçine hayvanlardan yıkılan yükler yerleştirildi. Odunlar çadırın yan taraflarına yığıldı.Güneyindeki dereden kar suları çağlıyordu. Karşımızdaki taşlı belen açılmıştı.Karın kalktığı yerlerde çayır, çimen içinde çiğlem çiçekleri fışkırıyordu.
İkindi hava biraz soğumasıyla geri döndük. Devenin ayağının kırıldığı yere geldiğimizde ne gördüm biliyor musunuz? Deveyi Bozkırlılar yüzmüşler. Derisini karın üstüne sermişler. Eti kemiklerinden sıyırarak ikiye bölmüşlerdi. Şimdi çuvallara dolduruyorlardı. memekli amca:
-Kolay gelsin
-Sağ ol
– İyi halletmişsiniz.
-Siz gideli boğuşuyoruz. Yeni kolayladık.
-Eti nasılmış?
-İyi besiliymiş doğrusu.
-Kışın salmadık bunu. Ahırda besledik.
-Şu heybeleri getirinde size de biraz et koyalım. Akşam kebap edersiniz.
-Koyalım.
Al atın üstündeki iki heybeyi Bekir amca getirdi. İçine deve eti doldurdular.
Bekir ile Memekli zor kaldırarak ata kaldırdılar.
-Deve eti iyi olur. Peygamberimiz bile deve eti yemiştir. Akşam bir kebap döşenin. Bizde hemen gideceğiz. Birazdan kar sertleşir. Daha iyi yol alınır.
-Allah ısmarladık. Size de iyi yolculuklar deyip el sıkarak yola devam ettik. Gün karşıki dağlardan tam aşmadan Kuruca’ya indik. Develeri oturttular, eşekleri ve atları yayılması için saldılar. Yörük beyi Mahmut Onbaşı;
-Oğlum, koca lök nerede?
Utangaç ve mahçup bir şekilde Memekli yavaş sesle cevap verdi.
-Baba Demir kapı’nın aşağısında ayağı deliğe gitti. Asıldığında dizden aşağıdan kırıldı. Bir daha kalkamadı. Bizde iki Bozkırlı geldi, sattık.
Mahmut Onbaşının canı sıkıldı.Sesini biraz yükselterek:
-Yazıklar olsun. Deveyi tarağa iyce çekmediniz. Yumşak karda battı. Yüklü deve hızla ayağını çekince kırar tabii. Yazık olmuş. Yaptığınız işi eledeti yapmazsınız. Her işi elinizin ucu ile tutarsınız. Sonuçta böyle olur.Yapacak bir şey yok. Ne yapalım?
Memekli babasının yanından hemen uzaklaştı. Gençlerin toplandığı çadırın önüne gitti. Daha kalsa babası canını sıkacak bir laf söyleyebilirdi. En iyisi uzaklaşmaktı.
Bekir diğer delikanlılarla çadırların batısına bir ateş yaktı. Getirilen büyük kütükleri çattı. Yarılmış kuru ardıç odunları hızla tutuştu. Çatırtısı çadırlardan duyuluyordu. Alevler yükseliyordu. Kömür ocağa ağır ağır yığılırken deve eti heybelerden ortaya serilen sofralara çıkarıldı.Etrafa dizenen Bekir,Memekli, Mehmet Ali,İbrahim eti sırım etmeye koyuldular.
Akşam yaklaştı. Hava da biraz soğumaya başladı. Davar sürüleri dağlardan çadırlara doğru yayılarak geliyorlardı. Doğudan Hüseyin onbaşı’nın sürüsü, batıdan Yörük Ali’sinin sürüsü, dağdan da Topal Ahmet’in sürüsü geldi. Çan sesi vadiyi inletmeye başladı. Oğlak sürüleri çan sesini duyunca melemeye başladılar. Bunu duyan ve yeni kuzlamış keçilerin melemesi gittikçe çadıra yaklaştı. Sürüler dağın dibine sıralandılar. Geceyi orada geçireceklerdi. Çabanlar Hüseyin, Osman ve Deli Hüseyin ateşin başına geldiler. Etin kokusunu alan çoban köpekleri ateşten biraz ilerde sırım yapılan etleri seyrediyorlardı.
Kadınlar ellerinde helke ile sütlü davarları sağmaya başladılar. Ortalık bir hengameye döndü. Az sonra oğlak sürü içine sallındı. Ortalık karıştı. Davarın oğlağı ile buluşması görülecek iyi bir manzaraydı.
Hüseyin:
-Bu ne birader?
-Deve eti?
-Nerde buldunuz?
-Bizim koca lökün bacağı kırıldı. Onun eti?
-Ya…Yazık olmuş. İyi deveydi. Ağrığı yollar açılınca götürecektiniz. Tabii şimdi kar erimeye başladı. Hayvanların ayağı batar.İşte sonuçta böyle olur.
Deli Hüseyin:
-Hiç deve eti yememiştim. Bu gece iyi bir et yiyelim.
Omuzlarındaki keçeleri indirerek yere serdiler. Üstlerine oturdular. Herkez devenin ayağının nasıl kırıldığından Bozkırlıların denk gelişinden konuşuyorlardı. Sırım edilen et bohçada yığılmıştı. Karanlık bastı.Hava parçalı bulutlu olduğundan ay bir görünüp bir kayboluyordu. Bize bakan davar ve hayvanların gözleri ateşle parlıyordu. Et bir leğenin içine alındı ve tuzlandı. Bekir Hüseyin’in çoban sopasıyla kömürü yaydı. Yanan kütükleri arkaya itti.Sırımları kömüre serdi. Şimdi et cazıltısı sesi ile yağ kokusu ortalığı kapladı. Piştikçe sopa ile çevriliyordu. Tam bu sırada davar sürüsü paldırradak ürktü. Bir davar acı acı beğirdi. Köpekler havlayarak dağa doğru koştular. Yerlerinden fırlayan çobanlar bağırarak sürüye doğru koştular. Çıra pardısını yakan sürünün üst tarafına koşuyordu.
“Davarı ayı kırıyor koşun.”
“Köpekleri küşkür.”
“Koşun kovalayın,”
“Silah atın”
Memekli kuşağından çıkardığı tabancaya saydırdı. Köpeklerin birkisi Kurukatıran tarafına bir kısmı Kara dağın tepesine doğru ürerek ayıları kovalayıp gittiler. Gittikçe sesleri azaldı ve sonunda duyulmaz oldu. Bu olay beni korkuttu. O dağların karanlığı gece ıssızlığı içimi ürpetti.
Biraz sonra Hüseyin boğazından dişlenmiş ama canı çıkmamış bir yazmışı yüklendi geldi. Hayvancağız korkudan titriyor, nefesi zor alıyordu. Memekli:
-Mundar olmadan kes bari biradar.
-Evvel kesmesek te ölecek.
Ateşin ışıldattığı yere yatırdı. Ayaklarını falan tutan olmadı. Boğazına bıçağı salladı. Hayvancağız çok debelenmedi bile .Hemen canı çıktı.
Bu arada Bekir Çavuş etleri yakmamaya dikkat ediyor, pişeni leğene dolduruyordu.
Bu arada sürüye koşanlar birer birer toplanmaya başladılar. Şimdi konuşmalar ayı üzerineydi.
“Evvel hey sene burada ayı birkaç malımızı yer.”
“Önümüze kadar korkmadan sokulmuş”
“Köpekler de et peşindeyken aldandılar”
“Şimdi köpekler dağı aşırır onları”
“Şimdi çebici de kadınlar yesin. Onlar deve eti yemezler.”
“Giden gitti. Şimdi biz işimize bakalım”
Gibi sözler konuşuluyordu.
Kesilen çebici yan tarafa yatırdılar.
- Haydin bakalım sofrayı hazırlayın dedi Bekir.
Kadınlar ekmekleri ortaya serdiler. Sofra erkeklerle çevrildi. Ekmeğin içine eti saran indiriyordu. Sofrada bir cayırtı çöktü. Sonra herkes yeme ile meşgul olunca sessizlik kapladı.
Biraz sonra Hüseyin:
-Ulan arkadaşlar, deve eti güzelmiş be!
-Güzel olmaz mı ? Biz kıymetini bilmiyoruz dedi Mehmet Ali.
Bekir :
-Benimde hoşuma gitti doğrusu.
-Bence sığır etinden iyi dedi Çoban Hüseyin.
Yemeye devam ettiler. Bende sırımları yufka ekmeğe sarıp sarıp indiriyordum. Bir taraftan da diğer etler ile tadını karşılaştırıyordum. Bence de diğer etlerden pek farklı değildi. Doğrusu bulamayacağım bir eti yemekten memnundum.
Herkes doyduktan sonra Hüseyin amca davarı yüzmeye başladı. Bir yayık çatması kurdu. Arka ayakları yüzülmüş davarı astı. Çıra ışığında yüzdü çarçabuk.İçini çıkardı. Etini bir tahra ile doğradı.Bir sini üzerine koydu.
-Ana sizin et tamam. Şimdi et yeme sırası sizde. Ben pişirip çadıra göndereyim. Şimdi çebiç eti kokusu ortalığı kapladı. Etin iyisi çadırda oturan Hüseyin Onbaşıya gönderildi. Pişen etleri Memekli çadıra götürdü.
Orada bir hafta eğlendik. Yağmurun yumşak yumşak yağışına, derelerde kar sularının şırlamasına, kardan açılan yerlerde fışkıran ot ve çiçeklerin manzarasına doyum olmuyordu. Etraf ve dağ yamaçlarının güneye bakan kısımlarının karı erimişti. O günden sonra ayı gelmedi mi, yoksa çobanlar davarın yukarın yukarı tarafın da yatmasından yanaşamadı mı bilemiyorum. Yolların Kızıl oluğa kadar açıldığı haberi yayıldı.
Mayıs ayının güneşli bir gününde göç Karayolu’na doğru ağdı. Yol dik ve Arnavuk kaldırımı şeklinde yapılmış, merdiven merdivendi. Düşeli taşlar aşınmış hayvanların bastıkları yerler oyuk oyuk olmuştu. Çan sesleri dağları şenlendirdi. Bir kış boyu ıssız kalan karlı dağlar sürülere,yollar ise göçe kavuşmuştu.
Öğle sonu Kızıloluk’a vardık. Aşağıya konak yerine indikten sonra herkes ağrık getirdiği eve yerleşti. Şimdi burası şenlendi.Yan tarafta akan derenin suyu gece karlar donduğu için azalar, sabah gün ısınmasına bağlı olarak suyu ve dolaylı olarak çağlama sesi çoğalıyordu.
Biz gündüzleri arkadaşlarımla çamurdan deve, at, sabun yapar oynardık. Çamurdan ellerimiz yarılıyordu. Annem elimdeki deri çatlaklarına bese sürer yakardı.
Bir ikindi annem telaşla geldi.
-Oğlum seni imtihan için sehilden ısmarlamışlar. Ağabeyin “Hemen Yollasın” demiş.
Hazırlan da şimdi sehile gidecekler varmış. Seni eşekler ile yollayayım,dedi.
Ben yayılan eşekleri tutup geldim. Annem eşekleri kürtünledi. Yola çıktık. Sahile gideceklerin yola çıktığını öğrendik Annem beni Çaşır’da gidenlere yetiştirdi. Sahile gidenler Bayram Koca, Tekli, Tırıklı ve Yeşil İbrahim’di.Ben boz eşeğe bindirdi. Hava yağmaya,şimşekler çakmaya başladı.Sulu sepken dolu karışık şekilde yağarken ben eşeğin üstünde büzülüyordum.Yüzüme serpen dolu tanelerinden korunmak için başımı yana eğiyordum. Annem benim için ağlıyor, hem gidiyor hem de tuttuğu yerde öpüyordu. Havanın inlemesi buruk yüreğimdeki sızıyı acıya döndürdü. Belki de ilk ayrılık acısını tadıyordum. Boğazıma bir düğümleme oldu. Yutkundum yutkundum gitmedi. Sonra
Annem ağlayarak onlara:
- Oğlum size teslim, aman iyi bakın. Aşağıda babasına teslim edin,diye tembih etti.
Onlar da:
-Biz kendi çocuğumuz gibi götürürüz.Sen hiç merak etme. Hem bu yağmurda yeter uğurladığın,geri dön, dediler.
Annem geri döndüğünde benim de içim doldu. Gözlerimden dökülen yaşlar yağmur damlalarına karıştı gitti.Sanki yüreğimi birisi yerinden asıldı.İşte öyle bir yanma hissettim.Kuzunun anasından ayrıldığı gibi.Annem sesini salıverdi. Beklide yağmurda ıslandığıma, çamaşırımı değiştirememe üzülüyordu. “Bu çocuk bu ıslak elbise ile nasıl sabahı edecek?” siye ağlıyordu.Ben bunu şimdi düşünebiliyorum. Çaşır’ı yağmur yiyerek geçirdik.Yağmur yemek eşeğin üstünde hareketsiz olduğun için daha zordu. Benim ıslandığımı bırak altımda gece örtüneceğim dokuma battaniye de ıslandı. Demirkapı’yı aşağıya eğildiğimizde yağmur durdu. O ıslaklıkla Karayolu’nu indik. Büyükler birbirleri ile konuşuyorlar, beni yok sayıyorlardı. Öylece Gelesandra boğazına kadar indik. Kahvelere gelmeden boğazdaki yalağa eşekleri sapıttılar. Bayram Usta:
-Şu otlu yerde hayvanlar karınlarını doyursun da kahvelerin yanındaki handa yatarız.
-Olur dedi Tekli.
Ben de eşekten indim. Apış aralarım öyle kaldı.Bir süre yürüyemedim. Üstümdeki çamaşırların ağırlaşmış olduğunu fark ettim. Ben de yan taraftaki bir aya üzerine çömeldim. Hayvanlar karınlarını doyurmak için otu hücum ettiler. Az amanda karınlarını doyurmak istedikleri belliydi. Tahminin on kadar eşek iki tanede de at vardı. Otların ekseriyeti çiçek açmış olduğundan hayvanlar çiçek tarlasındaymış gibi görünüyorlardı. Güneş bulutta olduğu için görünmüyordu. Havanın soğumasından akşam olduğu anlaşılıyordu. Tekli bana dönerek:
- Erkenden seni niye gönderdi ki annen?
- İmtihan verecekmişiz Öğretmen Okuluna da onun için gönderdi. Değilse Baş yaylaya çıktıktan sonra gönderecekti?
- Kim ısmarlamış?
- Ağabeyim ısmarlamış. Öğretmen getirin demiş.
- Sen git bakalım. Şimdi hayvanları toplan gidelim. Karanlık çökmeden yerimizi bulalım.
Ben hayvanları toplayıp geldim. Hayvanlar önde,biz arkada yürüyerek kahvehanelerin yanına geldik. Kahvehane açıktı. Hoş beşten sonra hayvanları kahvehanenin üst tarafına bağladık. Büyükler kahvehaneye gittiler. Beni hayvanların yanında bıraktılar. Bayram Koca bana:
-Ahmet sen hayvanları bekle. Canavar gelir eşeklerinizi yer.
-Olur, dedim ben mecburen. Olmaz deme şansım yoktu zaten.
Hava karardı. Ben önce bizim boz eşekteki dokuma battaniyeyi indirdim. Yere serdim. Bir tarafını üstüme çekerek uzandım. Sırt üstü yattım. Kafam dışarıdaydı. Hayvanlara baktığımda yalnız eşeklerin parlayan gözlerini görebiliyordum. Hayvanlar olduğu için korkmuyordum. Nedeni ise “ Canavar, ayı gelirse önce eşekleri yer, ben kaçarım” diye düşünüyordum. Önceki ayı meselesi hatırıma geldi. Gözümüm önünden bir şerit gibi geçti. Bozkırın ıssızlığı ve ayazı üstüme çöktü. Çok üşüyordum. Annemin bağladığı azık bohçasını bile çözmedim. Üşümeden açlık hissetmedim. Öyle ki sırtım yerde ayaklarım yukarda titriyordum. Çünkü ; Elbisem hafif ıslak, üstümdeki bez dokuma battaniye de nemliydi. Şimdi çocuk olarak çaresizdim. O koca koca adamlar kahveden geldiler. Battaniyelerini alıp hana yatmaya gittiler,beni hayvanlara bekçi bıraktılar. İtiraz edemedim. Sabahta oldu, ben de oldum. Hiç uyumadan sabah oldu. Şimdi düşünüyorum da, iyi ki zatürre olmamışım. O tazecik vücudum kendini titreyerek ve uyumayarak üşümeden korumuş.
Sabah ışıyınca geldiler. Hayvanları çözüp yola devam ettik. Ben yine boz eşeğe bindim. Gidirinse boğazını astıktan sonra ısınmaya başladım. Güneş vurdukça hem sırtımdan, hem de altımdaki battaniyeden buharlar yükseliyordu. Soğuk Oluk’ta sabah kahvaltısını yaptık. İşte yemek yedikçe açlığı hissettim. Karnımı peynir içli homaçla iyi doyurdum. Var mı başka çaresi?
Akşama Mecit Ketiri çukurunda yattığımı ve sabah uyandığımı hatırlıyorum. Kemiklerim ısınmış, iki gecenin uykusunu orada uyumuştum. Üçüncü gün Alara Çayından eşek üstünde geçtim. Akşama evimize gelmiştim.
Anladığıma göre; önce yaşımın küçüklüğü ile Aksu Öğretmen Okuluna müracaatımı kabul etmemişler, sonra sorun olmadığı anlaşılmış, müracaatım kabul edilmiş, benim yayladan getirtilmem boşuna olmuş olduğunu öğretmenim Nuri Akgül’den öğrendim. Şimdi düşündüğümde o amcaların beni kendi çocukları gibi getirdiklerini anlıyorum (!)
Temmuz ayı içinde sınava çağırdılar. Sınavdan bir gün önce Ökmen, Bayram ben Marazlıya indik. Saatlerce araba bekledikten sonra bir gübre kamyonu geldi. Kamyona durdurduk. Kamyona bindiğimiz gibi yorucu bir yolculuktan sonra Alanya’ya geldik. Gübre garajından yürüyerek sora sora Hayate Hanım İlkokulunu bulduk. Sınava burada girecektik.
Kuyular Önü’nden aşağıda bir lokantada yemek yedik. Daha önce ağabeyimin kasaplığı dolayısı ile tanıdığımız Kasap Molla Ahmet’in kasap dükkanına vardık. Molla Ahmet bana sordu:
– Hepiniz hoş geldiniz. Ne hayır mı, niye geldiniz?
-Aksu Öğretmen Okulu İmtihanlarına geldik.
– Haa. Ağabeyin de tembih etmişti. Paran pulun var mı,Kiminle geldiniz?
– Param var. Arkadaşlarımla geldim.
-Ağabeyin nerde?
-O yaylaya gitti.
-Nerde yatacaksınız?
-Bilmem.
Şöyle bir düşündü.
-Ben size bu dükkanın anahtarını vereyim. Burada yatırsınız.
-Olur dedim.
Arkadaşlara döndüğümde hepsinin yüzünün gülümsediğini gördüm. Çünkü yatacak yeri bulmuştuk. Anahtarı bana verdi.Teşekkür edip çıktık.
Akşam şehrin ışıkları bizi büyüledi. Köyde idare lambasından elektrik ışığına geçiş tabii ki bu kadar şaşkınlık yaratır. Gezdik dolaştık, yorulduk.Şimdi sıra yatmaya geldi. Dükkanı açtık.Et kokusu burnumuzu yirdi doğrusu. Beton üzerinde biraz yattık, uyuyamadık.
Dışarı çıktık. Deniz kenarındaki puturak otlarından yolduk geldik. Tabana serdik. Onların üzerinde yatıp uyuduk. Sabah doğru Hayate Hanım okuluna imtihana. Kimimiz kaybetti. Kimimiz kazandı.
Aksu Öğretmen Okuluna da kendimiz kamyon üzerinde gittik imtihana.Alanya imtihanından tek farkı orada yatakhanelerde yattık.
Siz bu imtihan macerası ile şimdi ki öğrencilerin sınava girişte gösterilen değişikliği karşılaştırın. İşte nerelerden nereye? Hayat değişimden ibarettir. Siz düşünün. Demek ki herkes kendi göbeğini kendisi kesermiş; ama kesebilirse…..






