Yarım Plaka

Güneş  dağların  arkasına  saklanmaya  başlamıştı. Bunu hisseden  davar sürüleri de yataklarına yönelmişti. Şimdi  dinlenme ve geceyi rahat geçirme telaşı başlamıştı canlılarda. Davarlar , sığırlar köye dönüyorlardı. Davar sürülerinin  çan sesleri, çobanların  ıslık ve kaval sesleri de bunlara karışıp ikisi bir armoni oluşturuyor, doyulmaz bir müzik  zevki veriyordu. Bunu  bu kültürde yaşanlar   bilebilir ancak.

Çoban Hasan’da  davar  sürüsü  Taşafır  da ki ağılına doğru  götürüyordu. Önde kendisi  davar (keçi)  sürüsü ıslıklarken  bütün sürü arkasında ilerliyordu. En önde  mor  seyis vardı. Arkasından gururla  sürüyü sürüklüyordu  En arkada ise  topal çomu çebiç vardı. O da  sürüden ayrılmamak için bütün gücü ve zorlulukla  ilerliyordu. Davarlar karınlarını doyurmanın mutluluğu  içinde  geceyi  rahat  geçirmeyi düşünüyorlardı. Sürünün üst yamacında  boynunda  kanca takılı olan Karabaş  sürüyü takip ediyordu. Kendi yüksekte olduğu için  tüm sürüyü  göz hapsine almış durumda ilerliyordu. Bu da akşam yiyeceği yalı hak etmenin  sevinci içindeydi.

Kasap Hasan ise  davarlarını    ormanda otlatmanın   sevinci içindeydi. Şimdi  davarını hem ıslıklayarak  ağla doğru ilerliyor hem de hayal kuruyordu. “ Bu davarları  bu yıl oğlak olarak aldık. Bir yıldır  baktım. Bana ucuza mal oldular. Şimdi ise  iyi etlendiler. Bunları  yaklaşan Kurban Bayramı’nda  iyi fiyatla  satarım. Bak sen paraya. Bu para ile Manavgat’tan bir ev  veya bir arsa alırım. Avradı  Manavgat’ta  götürürüm.İstediği  elbiseleri, ayakkabıları alırım.            Yazık onunda  gönlü olsun. Bir de iyi bir lokantaya gideriz. Yanımızda  oğlanı da götürürüz. O na da giyecek alırız. O kerata da bizim yüzümüzden az  rezil olmadı. Ne de olsa o da  benimle bu hayvanların kahrını çekti. Sırtımızı yıkadı. Üstümüzü başımızı  temizledi. Bize her gün azık yaptı. Köpeğin yalını hazırladı. Birde keyfimiz çatırdı. Bunu hak etti. Kendime de  yeni  giyecekler alırım. Elleme keyfime gitsin.Şurada bir hafta kaldı.” davarın yana ürkmesi, çan seslerin artması ile  hayalinden  çıktı. Bir baktı ki şose yoluna inmiş, arkalarından  bir  araba gelmiş, davar ondan  ürkmüştü. Kendini toparladı. Elindeki değneğini yukarı kaldırarak  şoförün yavaş olmasını işaret  etti. Araba yavaş yavaş geçti. Davar azda olsa  arabaya alışkındı. Değilse  gürültüden kaçarak dağa çıkardı. Kasap Hasan  bunu az yaşamamıştı. Sürü ile virajı döndü. Biladan  (çınar)  ağaçlarının altından geçti. Kahvehanenin  güney tarafındaki üstü kiremitli  ağıla davarları kattı. Kapısını kilitledi. Zaten  hava kararmıştı. Asırlık çınar ağacının altındaki oluktan akan suda  yüzünü yıkadı. Taşafır çeşmesi önünde bazı adamlar, bazı arabalar vardı. Hiç birisine de dikkat etmedi. Elindeki değneğin ucunu yere dokundura dokundura  köyünü tuttu. Tam  eve merdivenden çıkacağında köpeğini gördü. Öyle kurnaz köpek ki  bazen köye gideceğinde  Kasap Hasan’a  yolda  hiç görünmeden

köye gelir. Ancak kapıda ortaya çıkar. Yalını yer. Yolda görünürse onu  davarın yanına  sahibinin  göndereceğini bilirde onun için gözükmez. Köpek deyip geçmeyelim.

Yörüklerin yayla zamanı. Taşafır yayla yolcuların ilk dinlenme yeri. Evvel  Yörüklerin hayvanlarla göçerken de  konakladıkları yer. Yörükler  ya çeşmenin üstündeki yere, yada  az ilerisindeki  Sübüceoba  dedikleri konak yerlerine konarlardı. Taşafır ta… Romalılar zamanında  yerleşim yerlerindendir. Az doğusundaki burunda  ören yeri vardır. Hatta  orada bol  hazine çıkarıldığı yaygın bir kanaattir. Çınarlar ise asırlık ağaçlardır. Yeri de fena değildir. Yazın  sıcağından bunalanların ilk serinleyeceği yer özelliğini taşır. Evvel çeşmenin   üst tarafında   çınarların dibinde  iki bakkal vardı. Yaylıcı  bütün eksiklerini buralardan alırlardı. Bu dükkanlarda  sevgililere alınan lokum , sucuk, tarak ve ayna buradan satın alınır, göç yolunda  herkes yavuklusuna verirdi. Şimdi  yukarıdaki dükkanlar yıkılmış, aşağı tarafa   bir dükkan ve kahvehane yapılmıştır.

Şimdi  gelen yolcuların hemen hemen hepsi  bu  suyun başında dururlar. İsteyen kebabını yer, isteyen  çayını içer; eksiğini alır, yoluna devam eder. Yaz aylarında  yakınlarındaki köyün insanları oraya  Pazar  kurar. Domates, biber, patlıcan , salatalık,üzüm ve soğan satılır.Yukarı aşağı giden  yolcular tarafından alınır. Hele orasının domatesi bir başka olur.

Gelelim Kasap Hasan’a. O gün  iyi uyku çekti. Gündüz kurduğu hayalini gece  karısına anlattı. O bu  düşlerine  çok sevindi, eşini sevindirdi. Şafak sökerken uyandılar.  Kocasının azığını hazırladı. Ekmek bohçasına sardı. Hasan  azığını beline kuşandı. Köpeğini çağırdı. Değneğini eline aldı. Yola düştü. Yokuş yukarı yoruldu. Gün ışılarken  Taşafır’a geldi. Pazar tezgahları bomboştu. Oralık sessizdi. Az yukarıda ki çardakta  bir adam battaniyenin altında uyuyordu. Gündoğmuş tarafındaki bucakta da java bir motor duruyordu.

Kasap Hasan ,çeşmeye  yüzünü  yıkamak için yakalaştı. Çeşmeden akan suyun   hafif sesi kulaklarını  okşuyordu.Yüzünü yıkadı. Yüzünden akan suları eliyle silip yere silkeledi. Sonra ağıla yollandı. Ağıla geldiğinde ağılın kapısının arkasına kadar açık olduğunu, içinde hiç davar olmadığını gördü. İşte o zaman  yüzü sapsarı kesildi. Ağzı kurudu.Nefesi zor alır gibi oldu. Tüm hayalleri bitmiş, şimdi batmıştı. Otaya  çökü. Kendisini şöyle bir toparladı. Sık sık  nefes aldı. Aklı başına geldi. “ Kapı açılmış,davar boşanmış, yayılmaya  gitmiştir.” Diye düşündü. Hemen yerinden kalkarak   yukarı doğru koştu. Dik yokuş olduğu için nefesi kesildi,

yavaşladı. Karadağ’a aşağıdan yukarıya baktı ve dinledi. Biraz yukarı çıktığında  orada gündüz davarın yattığı yerde üç  tanesi duruyordu. Diğerleri yoktu. Söbüceoba tarafını baktı. Orada da yoktu. Çanlarını dinledi. Çan sesi de duyulmuyordu.

Geriye Taşafır’a döndü. “Bizim davarlar çalındı galiba.” Diye düşündü. Bunda da haksız değildi. Kilitli kapıyı ancak hızsızlar açabilirdi. Dükkanın üstüne çıktı. Uyuyan motorcunun uyanmasını, kahveci Musa’nın gelmesini bekledi. Başka yapacak bir şeyde yoktu. En iyi yardımı  akrabası olan kahveci yapacağına inanıyordu. O kendisinden daha  tecrübeliydi.  Bu yoldan geçen herkesi tanıyordu. Onu bekleme başladı.

Biraz sonra kahveci Musa geldi taksiyle. Yanında oğlu da vardı. Kasap Hasan O’nun yanına koştu. Durumu anlattı. Birlikte tekrar  ağılı baktılar. Kilit kırılmıştı. Davarların çalındığına üç  çebicin kaçmış olduğuna inandılar. Şimdi delil arama zamanıydı.Güneş ışığı çınar ağaçların başını yalamaya başlamıştı. Musa Amca:

-Buna göre davarların çalındığı anlaşılıyor. Gelen hırsız  seni takip etti. Sen ve gidince ve ortalık tenha olunca  kapıyı kırdı. Davarı çıkardı, götürdü. Sürüyü  araba ile de götürebilir, yaya da götürebilir. Bence arabaya yüklemiş götürmüştür. Arabaya yüklerken üçü kaçmıştır. Şimdi kim çaldığını bulmalıyız. Bunun içinde gelen geçeni bir araştıralım.

-Araştıralım Musa Amca.

Uyuyan adama baktılar. Adam ağır ağır uyanmaya durdu. Üzerindeki battaniyeyi üzerinden  yan tarafa  attı. Oturağına oturdu. Gözlerini ovuşturdu. Sonra  battaniyeyi dürdü. Motorunun heybesine bastı. Sonra yüzünü olukta yıkadı. Yüzünün  akalan sularını  yeleğinin yenine sildi. Motorcuyu uzaktan gözleyen Musa  amca:

–  Günaydın arkadaş. (Eliyle göstererek)   Bizim şurada  ağılda bulunan  davarları bu gece  çalmışlar. Siz geldiğinizde  burada adam, araba var mıydı?. Bir  gördüğünüz oldu mu?

-Önce geçmiş olsun. Ben  sabayakın  geldim. Sabah  ezanından biraz önce. Geldiğimde şu bucakta  yönü yukarı  kırmızı bir murat  taksi duruyordu. Taksinin yanında da  karı koca iki kişi vardı. Onlar  kendi aralarında konuşurken duydum. “ Kızıloluğa kadar gidelim.” Diyorlardı. Ben yorgun olduğum için hemen yattım. Başka da kimseyi görmedim.

-Öyleyse biz Kızıloluğa kadar gidelim,dedi Musa amca.

Kasap Hasan ile taksiye bindikleri  gibi yolu kazıtarak arabayı  sürdüler.  Kızıloluk’a  bir an önce varmak için araba yeri çok az gördü.  Güneş, Giği  dağından Ak dağ’a  doğru  ışıklarını uzatırken  Kızıloluk’un  başına vardılar. Kırmızı murat  taksi  çardağın kenarına part etmiş,  içinde iki kişi uyuyorlardı. Erken ön tarafta, kadın arka taraftaydı. Erken  ceketini boynundan  aşağıya  örtmüş, kafasını  arka koltuğa dayamış,öylece uyuyakalmıştı. Kadın ise  üstüne  bir battaniye örtmüş, yalnız  başındaki yazma  görünüyordu. Musa:

-Biraz uyusunlar. Biz kalkasıya  bekleyelim. Adamı da ürkütmeyelim.  Doğru bilgi vermesi için  öfkelendirmemiz  lâzım.

-Öyle olsun amca.,dedi Kasap Hasan.

Kızıloluk’un  suyunun sesi hayli fazla çıkıyordu. Akdağ’dan Oğuz koyağına doğru  soğuk rüzgar esiyor, adamı  üşütüyordu. Bu esen rüzgar  sütlükleri yalayarak  aşağı  doğru yatırıp salmasından dolayı  yamaçlarda bir hareketlilik  hakimiyeti vardı. Önce Kasap Hasan  kuruyan ağzını  ıslatmak için çeşmeye  vardı. İki avucunu  birleştirdi. İçine su doldurdu. Dolu avuçlarını  ağzına götürerek suyu içti. Bunu üç kere tekrarladı. Sonra avucunda kalan suyu yüzüne çarptı. Soğuk su iyi geldi doğrusu. Sonra avuçlarına doldurduğu suyu yüzüne çarpa çarpa yıkadı. Elini  pantolonuna  sildi. Yüzü üşüyerek kurudu. Sonra Musa amca da  elini yüzünü yıkadı. Soğuk su ona da iyi geldi. Yüzü üşüdü. Sonra  üşüdüler. Kendi arabalarına binerek beklemeye başladılar. İki  saat  kadar sonra  aşağıdan  yukarıya  araba akını başladı. Duran arabalardan inenler  elini yüzünü yıkıyor, su içiyorlardı.Birbirlerine şakalaşıyorlarken çıkardıkları ses ve çığlıklar  yankılanıyordu. İşte bu  gürültüye adamlar uyandılar.

Kırmızı Murat taksinin içindeki  uyuyan  kadın, sonra  erkek uyandı. Üst başlarını düzelttiler. Arabadan çıktılar. Bunları gözetleyen Musa ile  Hasan  onların burunlarının dibinde bittiler. Musa Bey:

-İyi sabahlar arkadaş.

-İyi sabahlar dedi biraz şaşırarak.

– Bir Taşafır’dan geliyoruz. Bu gece  orada bulunan ağılımızdan bir sürü davarımızı çalmışlar. Akşam sende  oradaymışsınız. Siz orada başka bir adam, araba gördünüz mü? sormaya geldik.

Adam şarkın şaşkın  karşısındakilere baktı. Kadın da  konuşulanlara kulak kabarttı. Sonra adam  toparlanarak :

– Geçmiş olsun arkadaş.Biz Taşafır’a  dün ikindileyin geldik. Geldiğimde  çeşmenin  Gündoğmuş tarafında  bir  50NC  araba vardı. Başında da iki adam vardı. Adamlar da  bildiğim  insanlar değildi. Ben biraz durdum. Çardakta bir şeyler yedik. Oradan   Zumbula  köyünde bir arkadaşım vardı. Oraya gittim. Geç vakte kadar onunla oturduk. Orada yatmadık. Arkadaş çok ısrar  etti. Biz  Kızıloluk’ta atacağımızı söyledik. Tavuk öterken  yola düştük. Taşafır’a yine geldiğimde araba yoktu. Ben  elimi yüzümü yıkadım. Tam hareket edeceğimde bir motosiklet geldi. Ben de bu tarafa  yürüdüm. Benim gördüğüm bildiğim bu  kadar.

-Plakasını   hatırlıyor musun?

-Plakasını da hatırlamıyorum. Plakasına bakmadım ki.

-Peki  rengi nasıldı?

-Şoför mahalli mavi, kasası  beyazdı galiba. Eşine seslendi. Hanım  öyle değimliydi?

-Ben de senin kadar hatırlıyorum. Vay  gözünüz kör olsun. Elin davarını ne diye çalıyorsunuz  bilmem ki.

-Biraz  kafanızı zorlayın bakalım. Plakasını  hatırlarsınız belki.

-Şöyle bir düşüneyim bakayım. Elini sağ yüzüne koydu.  Bir dakika kadar düşündü. Sonra gözü parladı. Durun bakayım. Avrat  sen benim bir fotoğrafımı çekmiştin. Bir de  sen beni çekmiştin. Fotoğraflarda  arabanın plakası çıkmış  olmasın?

-Hakikaten iki fotoğraf çekmiştik. Hem araba tarafındaydın. Çıkmış olabilir. Çıktıysa  hırsız  bulunur. Çıkmamışsa  biraz zor.

Musa  amca:

– O fotoğraf filmini bize ver. Parasını ödeyelim. Ben  Taşafır’daki dükkanların sahibiyim.Fotoğrafını  Manavgat’ta tab ettiririz. Ben senin fotoğrafını geri dönerken veririm. Kimseciklere vermem. Bana güven.  Fotoğrafta  plaka varsa  bakar, oradan hırsızı  buluruz. Bize çok büyük bir iyilik edersiniz.

Bu arada erkek bayana baktı. Bayan:

-Biz size  fotoğraf makinesini verelim. Zaten içinde iki poz çektik. Onun ikisi de  Taşafır’da  çekildi. Yaylalarda  çekim yaparız  diye düşünmüştük. Yayladan on gün sonra döneceğiz. Dönerken  makine ve  fotoğrafları  dükkandan alırız.

-Tamam, dedi beyi de.

Gitti, arabadan  fotoğraf makinesini alıp geldi. Mahmut Bey’e verdi. Onlarda  teşekkür ederek  oradan ayrıldılar. O hızla  soluğu Manavgat’ta aldılar. Hemen  bir  fotoğrafçıya  filmi tab ettirdiler. Fotoğrafta  arkada duran bir  50 NC  kamyonet duruyor. Kamyonetin önü mavi, kasası beyaz. Şoför  mahallinin üstündeki bagajında  bir tüp,başı görünmekte, yanına da bir  yeşil boranda bezi bağlanmış duruyor.Plakasının ise  yalnız başında  20  rakamı görünmekte, diğer kısımları ise  fotoğrafı çekilen adamın arkasında kaldığı için görünmemektedir. Diğer fotoğrafta da arabanın aynı belirtileri görünmekte, biraz ötede ise çınar ağaçları  bulunmakta, viraj  ile son bulmaktadır; ancak  fotoğrafın  Taşafır’da çekildiği  iyice anlaşılmaktaydı. Şimdi bu  başında 20  yazan plakanın kime ait olduğunu nasıl bulacaklardı. İşte iş burada çözümleniyordu.

Kasap Hasan ile Musa amca düşünmeye  başladılar. Bazı güvendikleri adamlara bunu nasıl  tespit edeceklerini  danıştılar. Çoğunluğu “ çaldıkları bu davarları adam satacak mutlaka. Nerede satar? Bir hayvan pazarında satar. Antalya’nın hayvan pazarı genel olarak neresidir? Serik pazarıdır. Öyleyse siz  bunu Serik pazarında yakalayabilirsiniz.” Diye  akıl verdiler. Onlarda  Cuma günü  Serik Pazarı’nı tuttular. Oradaki  celepçilere  bu fotoğrafı  gösterince bir kaçı bir araya toplanarak yorum yaptı. İçlerinden kara bıyıklı  babayiğit birisi:

-Bu  bizim buralarda  hırsızlık yapan  Denizli’ li   Kabak Sadi. Araba da onun arabası. Şimdi  görseniz  şu üstündeki tüp, çadır bile dururdur. Bu adam aralarda davar alır satar. Çalar çırpar. Adamın adı çıkmış. Demek ki aslı var. Siz şimdi gidin bu adamı, çayın karşı yakasında deniz kıyısında evi var.  Araba beklide oradadır. Karakola haber verin. Yakaladın  namussuzu. Hırsızlık yapmayı görsün.

-Tamam, dedikten sonra  Kasap Hasan ile  Musa  amca  arabaya binip toz oldular oradan.

Tarif edilen yere doğru giderken  fotoğraftaki araba önlerinden geldi. Yoldan onlarda döndü. Fakat arabayı Taşağıl  yoluna gelmeden kayıp ettiler. Öte aradılar, beri aradılar bulamadılar. Akşama doğru araba  köyün çıkışında  iki ev arasına ağaçların altına saklanmış olarak  yerini tespit ettiler. Plakayı tam olarak aldılar. Adamın adını  öğrendiler. Taş ağıl Karakol’una giderek şikayette bulundular. Karakol komutanın ağır davrandığı dikkatlerinden  kaçmadı; fakat  yapılacak bir  şeyde yoktu.  Kendilerine verilen iki jandarma ile  arabayı gördükleri yere vardıklarında arabanın yerinde yeller esiyordu. Jandarmalar geri döndüler. Onlar ise aramaya devam ettiler. Bu sefer arabayı komşu köyün  sınırları içinde  bir   portakal bahçesinde  buldular. Birisi orada beklerken  diğeri  Karakola haber verdi. Arabayı yakalattılar. Jandarma göndererek  Kabak Sadi’yi de getirttiler. Araba  fotoğraftaki arabaydı. Komutan  araba ile  fotoğrafı karşılaştırdı. Tıpatıp aynısıydı. Üstünde tüp, çadır aynen duruyordu.

Kabak Sadi’yi  nezarete aldılar. Önce kasap Hasan’ın ifadesini aldı komutan sonra  sıra   sanığı içeri aldılar. Karşılıklı davranışlarından  Sadi’nin   karakola hiç yabancı olmadığı anlaşılıyordu. Komutan kimlik tespitini yaptıktan sonra:

-Bu adamlar, senin  Gündoğmuş ilçesinin Taşafır denen  mevkideki ağıllarından  davar çaldığını, araban ile  getirdiğini iddia ediyorlar. Sen ne diyorsun?

-Ben  ne bu adamları tanırım. Ne de davarlarını çaldım. Denilen yeri de tanımam. Ben buraya hiç gitmedim.

-Pekiyi bu fotoğraftaki  resimler neci? Burada senin arabanın  resmi görünüyor.

-Memlekette  50 NC araba yalnız bende mi var?  Herkeste vardır. 20 plakalı araba  Denizli’de  kıyamet gibi. Üstündeki tüp ve branda  benimki değil. Ona yalnız benziyor. Benim  malım. Köyün az berisindeki ağılda  bulunuyor. Gidelim  bakalım. Gözleri iel görsünler. Bana iftira atıyorlar.

-Şu  ifadeni tamamlayalım, gidip ağılını birlikte bakalım,dedi komutan.

İfadeyi tamamladı. İmzasını arttırdı. Sonra emir vererek iki jandarma göreve hazırlandı. Jipte hazırlandı. İki jandarma, Sadi Bey ve şikayetçiler arabaya atladılar. Akşam olmadan köydeki ağıla vardılar. Üstüne  naylon çekilmiş, etrafı  tahtalarla çevrilmiş ağılın içinde  koyun ve  keçi  sürüsü birlikte yem yiyorlardı. Askerler  arabadan inerek komutanın emrini bekliyorlardı hazır ol vaziyetinde.

Komutan, şikayetçileri  yanına çağırarak:

-Bakın bakalım. Keçiler sizin kaybettiğiniz keçiler mi?

-Hayır efendim dedi Kasap Hasan. Bizim keçilerin hepsi erkekti. Bunlar dişi erkek karışık. Bizimkiler bunlar değil. Musa amca da  tasdik etti.

Komutan  arabadaki  Kabak Sadi’yi de çağırdı.

-Bu hayvanları sen nerden aldın? Ne kadar  zamandır besliyorsun?

-Ben bu hayvanları Amanas  Yaylası’ndan aldım. İki aydır da besliyorum. Çobanı başında duruyor.

-Peki öyleyse. Binin arabaya gidelim.

Hepsi arabaya bindi. Karakola geldiler. Kabak Sadi yine  nezarethaneye  yollandı. Diğerleri dışarıda oturuyorlardı.

Çoktan akşam olmuş, hava iyice kararmıştı. Tam bu sırada  karakola bir genç geldi.  Nöbetçi asker gence   sordu:

-Ne istiyorsun ?

– Sadi ağamı sormaya  geldim. Burada olduğunu duydum.

-Sen onun nesi oluyorsun?

-Çobanı oluyorum.

-Biz az önce onun ağılına vardık. Sen yoktun.

-Ben şu kara tepenin arkasında davar güdüyorum. Gece de  ovaya inmeden  az yukarıda yeni yaptığımız  yatak yerinde yatırıyorum.

-Sadi’nin demek ki iki sürüsü var.

-Elbette. Bu sürüyü yeni getirdi. Orada olanları  alır satar, durdurmaz. Köydekileri ise devamlı besler,satar.

-Bunu komutana  da anlat içerde.

-Niye anlatmayayım.

Nöbetçi jandarma  genci alarak komutanın yanına götürdü. Bu  bildiklerini komutana da  anlattı. Bu  genç çobanın anlattıklarını da bir  ifadeye bağladı. Sonra dışarı çıkarak  aynı jipe  jandarmaları, şikayetçileri ve çobanı alarak  davarları  görmeye  gittiler.  Bir yerde  araba yolu bittiği için  arabadan indiler. Biraz yürüyerek ağıla vardılar. Ağıl yeni yapılmış, ormanın içinde kuytu ve gizli bir yerdeydi. Etrafı ormandan kesilen ağaç  dalları ile örülmüş, üstüne naylon çekilmişti. Yavaşça yaklaştılar. Davarlara elindeki elektriği  komutan çakınca davar hafif örktü.

-Bakın arkadaşlar  bakalım? Bu hayvanlar mı sizin kiler?

Çoban hasan  bir göz gezdirdi hayvanlar üzerinde, çığlık atar gibi:

-Evet komutanım. Bunlar bizim kaybettiğimiz davarlar. Zaten görünce kendi mali  insanın  yüzüne   gülüveriyor. Sen de bak  Musa amca hele. Hepsi bizimkiler.

-Evet, ta  kendileri. Şu çomu, şu körük teke, o ger çebiç, mor seyis  hatırladıklarım.

Komutan  çobana dönerek:

-Davarları  ağıldan çıkar. Arabanın yanına  getir. Biz az sonra  kamyonetle gelir  götürürüz. Sana  Musa  Bey’de yardım etsin.

-Bundan Sadi ağamın haberi var mı Komutanım?

-Elbette var. Komutan ne derse o olur oğlum.

Oradan diğerleri ayrıldı. Çoban ile Musa  Bey davarları  ağıldan  çıkardılar. Önde çoban ıslıkladı. Arkada Musa bey  davarları sürerek yola indiler. Ne çoban, nede  Musa  Bey konuştu. Biraz sonra   Kabak Sadi’nin  kamyonu geldi. Davarları arabaya yükledikleri gibi Karakolun önüne çektiler.  Komutan  odasına  Sadi’yi çağırdı.

-Sadi Bey, davarları bulduk. Çoban  her şeyi anlattı. Bulduğumuz davarları  senin arabaya yükletip getirdik. Üç tanesini satmışsın. Diğerlerini sahibine teslim ediyorum. Seni de  yarın Gündoğmuş  Cumhuriyet  Savcılığına gönderiyorum. Hesabını orada verirsin. Sen bizi de kandırıyormuşsun. Foyan ortaya çıktı.

Sadi  bey  boynunu büktü. Terin biri gelip, biri gidiyordu. Söyleyecek bir  şeyi kalmamıştı. Teslim olmaktan başka. Yüzü kıpkırmızı oldu. Koca dudaklarını saldı. Biraz da beli bükülmüştü. Tekrar nezarethaneye  gönderirken  dizi bükülecekmiş gibi oldu, sekselendi. Yinede kendini yere düşmekten kurtardı. İçeri girdiğinde kendini  tahta sandalyenin üzerine  fırlattı. Bir  çuval gibi yığıldı kaldı.

Yapılan  yargılama sonucunda  beş yıl yedi. Hırsızlığın bedelini  bedeni, ruhu ile  o öderken çoruna çocuğuna da çektirdi. Onlar bu bedeli  hiç suçları olmadan çektiler. Demek ki  kusursuz  hırsızlık  olmazmış. Her hırsız  geride bir  iz bırakıyormuş. Yarım plaka  fotoğrafı gibi.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir